İNANÇ, DÜŞÜNCE VE SİYASAL
TARİH BAĞLAMINDA
Alevilik
KAYNAĞI, KÖKLERİ VE GELİŞİMİ İKİNCİ BÖLÜM
Ismail Kaygusuz
II.I Heterodoks İslam (Alevilik), Ali Tanrısallığı Temelinde Bir Toplumsal
Muhalefet Hareketi Olarak İlk Kez "Sabailik" Adıyla Ortaya Çıkmıştır
II.I.1 Halife Osman (644-656) Zamanında Belirginleşen Sınfsal Farklılaşma ve
Çatışmalar
İslam Peygamberi Muhammed'in dünyadan göçmesiyle (632), Kureyş'in bir kolu olan
Haşimi'lerin elinden çıkan iktidar, üçüncü Halife Osman'la birlikte (644) Emevi
sülalesine geçmişti. Muaviye ise babası Abu Sufyan'dan miras aldığı sahte
müslümanlık ve Haşimi düşmanlığını ömür boyu sürdürecek ve bu miras kuşaktan
kuşağa devredilecekti. Ebubekir ve Ömer'in 12 yıllık halifelik döneminin sonunda
İslam devleti'nin sınırları Arap yarımadasını aşarak doğuda İran'ın içlerine;
kuzeyde Doğu Anadolu'dan Azerbaycan'a; batıda Mısır'dan geçip Kıbrıs'a ulaşmış.
Bir İslam İmparatorluğundan sözedilir hale gelmişti. Kur'an buyruğu Cihad adına
fetihçi yayılmacılıkla yabancı toprakların talanı ve insanları köleleştirme ve
sömürü çıkabildiği en yüksek yere ulaşmıştı. Varlık birikimi ve geniş topraklar
belirli kişilerin ellerinde toplanıyor; refahı yükselen yönetici-askeri
aristokrasi, bir sınıf olarak belirginleşiyordu. Kendisinden önceki iki
halifenin süresince iktidarda kalmış olan Osman(644-656) döneminde iyice ortaya
çıkan sınıfsal farklılaşma, çıkar çatışmaları, hoşnutsuzluklar ve baskıyı
artırarak halk ayaklanmalarına giden yolu açmıştı.
Osman'ın halifelik döneminin toplumsal krizlerini gösterirken, öbür yandan
Basra'dan Küfe'ye ve Mısır'a uzanan ayaklanma hareketlerini yöneten ve
yönlendiren Abdullah İbn Saba gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ayrıca onun ardına
aldığı kitleler sayesinde Ali'nin halifelik makamına oturtulmasının
sosyo-ekonomik çözümlemelerinin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Al-Balazuri'nin (ö.982) anlattıklarına göre; silah gücüyle alınan topraklar,
"Ard al-Uşr" (onluk topraklar) diye adlandırılmış ve halife tarafından askeri
komutanlar arasında paylaştırılmış. Sakinleri ise rakik (köle) ilan edilmiştir.
Halife bazı durumlarda toprakları fatihler arasında paylaştırmamış; onları
Müslüman toplumun malı saymış ve sakinleri köleleştirilmemiş. Buna karşılık baş
ve toprak vergisi alınmıştır. Silah zoruyla ele geçirilen toprağın sakinleri
İslamı kabul ettikleri takdirde, toprak vergisi ve "Zekat" verme koşuluyla
toprağın geri verildiği görülmektedir. Ancak "Ard al-Haraciya" (toprak haracı)
yılda bir kez toprak vergisi olarak alınırken, vergi mükelleflerinin
topladıkları ürünlerden de alınıyordu.Yine bilinen odur ki, silah zoruyla alınan
topraklar, kentler ve köyler Müslüman topluma ait olmuş ve bu topraklar,
oturanları İslamı kabul ettikten sonra da ganimet sayılmıştır.
Toprağın paylaşımı, daha önce olduğu gibi bölge feodalleri ya da ruhban sınıfı
arasında yapılmıştır. Bu politika halifelik için çok kazançlıydı. Çünkü feodal
ilişkilerin gelişiminin genelde erken aşamasında bulunan fethedimiş ülkelerin
halkı, kuşkusuz Araplar'dan daha yüksek kültür düzeyinde bulunuyor ve toprağın
işlenmesinde deneyimliydi. Ayrıca Araplar fethedilen ülkelerin halkını "Ahl
az-Zimma" (borçlular, himaye altında bulunanlar) diye adlandırmışlardır. Buna,
haraç ödeme zorunluğu neden olmuştur. Ancak haraç, savaş görevinin dışında
sayıldığı için tazminat sayılmış, çünkü Cihada katılım Müslüman için zorunluydu.
Bu verginin alınması himaye, yabancı din mensuplarının kişi ve mal
dokunulmazlığını sağlama ücreti olarak görülmüştür. Zaten Araplar Harac ve
Cizye'yi (toprak ve baş vergisi) İran'da hazır bulmuş; halkın Sasani
hükümdarlarına ödedikleri Harag ve Gezit'i (toprak ve adam başı alınan vergi)
Arapçalaştırıp, bu vergiyi halife yararına kullanmışlardır. (Al-Balazuri, Der
Asat fi'n-Nazım Al-Arabiya, Kahire-1977, s.123-125; Istoriya Irana s.90-91 ve
Hatib Al-Bagdadi, Tarih-i Bagdad, 1.cild, Kahire1931, s. 453'ten aktaran Arşak
Poladyan, Çev. Mehmet Demir, VII.-X.Yüzyıllarda Kürtler, Ankara-1991, s.53-55)
Muhammed Peygamber'in zamanında gelir kaynağı Zekat, Cizye, Harac Khum (ganimet,
savaşla ele geçirilen topraklar) ve Fay (Taç/kral ülkelerinden gelen) gibi beş
kalemle sınırlı olduğu bilinmektedir. Gelirlerin birikmesi için düzenli bir
sistem gelişmemişti. Ele geçirilen küçük gelir kaynakları aynı zamanda orada
bulunan halkın arasında paylaştırılırdı. Zaten Peygamberin sağlığında Bayt
al-Mal'a yani bir devlet hazinesine gereksinim yoktu. Çeşitli kaynaklardan
biriktirilmiş bütün miktarlar ve toplanmış bütün varlık, alındıkları gibi hemen
halka üleştirilirdi. Ömer I'den önce, Bayt al-Mal bir mali kurumdan ziyade
sadece devlet gelirini paylaştırma eyleminin adıydı. Fakat devletin gelirinin
artmasıyla Ömer, resmi devlet memurlarının gözetimi altındaki bir dairede parayı
saklama gereksinmesini duydu. 636 yılında Medine'de, hazine dairesi şefi olarak
Abdullah bin al-Arqam'ın yönetiminde bir Devlet Hazinesi kurdu. Daha sonra,
bütün eyalet garnizonlarında devlet hazineleri açıldı. Her eyalette Halife
denetiminden bağımsız olan bir ayrı hazine görevlisi bulundurulmaya geçildi.
Kuşkusuz eyalet hazine görevlileri, işlerinden dolayı önce valilere karşı
sorumluydu. Ancak daha sonra valilerden biri hükümet parasını kötü kullanınca ya
da zimmetine geçirince, Osman bütün hazine görevlilerini doğrudan halifeye karşı
sorumlu kıldı. Artık eyalet yönetim ve halk işleri için yapılan harcamalardan
sonra artan paralar, Medine'deki Merkez devlet hazinesine gönderiliyordu. (Prof.
K. Ali, M.A., A Study of Islamic History, Delhi (India), 2.Basım, 1980,
s.140-143)
Üçüncü Halife Osman tarafından izlenen toprak mübadelesi siyasetiyle Medine'de
ve eyaletlerde de devlet siyasetini etkileyecek kadar zengin, güçlü bir toprak
sahipleri sınıfı ortaya çıkmıştı. Büyük toprak sahipleri iktidar gruplarının
biçimlenmesi ve varlık akımı, kesin olarak Arap toplumunun kabile temelli
sınıflarının sonunu getirmişti. Arabistan dışındaki eyaletlerin bölgelerin fethi
bu gelişimin başlangıcıydı. Bu dönemi Ömer başlatmış. Yarattığı kuvvet
dengesiyle bir süre duruma hakim olmuştu. Oysa diğer yandan, kendi kabilesine
mensup kazaç sahibi geniş çıkar gruplarının baskısıyla izlediği siyasetler
Osman'ı felakete götürmüştü. (Asghar Ali Engineer, The Islamic State, Delhi
(India)-1994, s.58)
Bu büyük çıkar gruplarının ortaya çıkmasında en büyük pay Osman'ındı ve başı
kendisiydi. İbni Haldun'un (1334-1406), 10.yüzyılda yaşamış Arap tarihçisi
Masudi'den (ö.956) aktardığı bilgilere gözatarsak, bu varlık birikimini ve
kimlerin elinde toplandığını rahatlıkla görebiliriz:
"Osman döneminde, peygamberin arkadaşları, taşınır taşınmaz o denli servet elde
ettiler ki, Osman öldürüldüğü gün, hazine yetkilisinin elinde 150 bin dinar
(altın para) ve bir milyon dirhem (gümüş para) vardı. Vadiu ul-Kura'da,
Huneyn'de ve başka yerlerde bulunan arsa ve çiftliklerinin değeri 200 bin
dinardı. Ayrıca öldüğünde pek çok deve ve at bırakmıştı arkasında. Zübeyr
öldüğünde, miras olarak bıraktıklarından sadece birinin değeri 50 bin dinarı
buluyordu. Zübeyr ayrıca bin at ve bin cariye bırakmıştı arkasında. Talha'nın
Irak'tan her gün sağladığı gelir bin dinar, 'Serat' çevrelerinden sağladığı
gelir bundan da çoktu. Avf oğlu Abdurrahman'ın ahırlarında bin atı, bin devesi
ve ağıllarında 10 bin koyunu bulunuyordu. Öldüğü zaman, arkasında bıraktığı
mirasın dörtte biri 84 bin (tamamı 366 bin) dinardı. Sabit oğlu Zeyd'in miras
bıraktığı altın ve gümüş o kadar çoktu ki, ancak, baltalarla kırılıp
bölünebiliyordu…Zübeyr Basra'da ev yaptırdı. Bununla yetinmedi. Mısır'da, Küfe
ve İskenderiye'de de kendine binalar aldı. Talha da Küfe'de ev yaptırdı. Ama
yetinmeyip, Medine'de de görkemli bir köşk yaptırdı. Yapılarını kireçten,
kiremitten ve 'sac' adı verilen ağaçtan yaptırmıştı. Ebu Vakkas oğlu Sad da
'Akik' vadisinde yüksek ve geniş geniş bir konak yaptırmış ve üst katına
balkonlar koydurmuştu…''
Masudi'nin bu açıklamalarından sonra İbn Haldun şu yorumda bulunuyor:
"Arapların ellerinde bunca gelir, bunca dünyalık vardı ve dinleri, bunları elde
etmelerine engel olmamıştı. Ne ki bunlar helaldı. Çünkü savaş ganimetleriydi.
Bunlardan olağanüstü yararlanılıyordu. Böyle dünyalıklara sahibolmaları onlar
için kınanası bir durum oluşturmuyordu. Çok dünyalık elde etmek kınanmışsa da,
sadece bunları savrukça kullanmaya yönelikti.'' (İbni Haldun, Çev. Turan Dursun,
Mukaddime 2, Ankara-1989, s. 64-65)
Prenslerin ve Sultanların sınırsız zenginlikteki sofralarında bulunmuş ve
ihsanlarından yararlanmış Ortaçağın bu büyük gezgini ve tarihçisinden ancak
böyle bir takdir edici yorum beklenir. Bu çok büyük varlık birikimini ezilen,
erkekleri köleleştirilen, kadınları cariyeleştirilen toplulukların aleyhine
olarak Osman, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Zeyd, Vakkas oğlu Sad ve Muaviye,
Mervan, As oğlu Amr gibi bir avuç askeri-kabile soylusu yöneticinin elinde
bulundurmasını dine uygun ve 'helal' buluyor İbn Haldun. Oysa aynı sayfalarda;
''Halife Ömer'in giysisine deriden yamalar vurduğunu, Ali'nin 'ey sarılar
(altınlar), ey beyazlar (gümüşler) benden uzak durun, gidip başkalarını aldatın'
diyerek reddettiğini'' söylerken, onların dine aykırı davrandığını mı sanıyordu?
Hayır. Sadece "kaba yaşam içindeki Araplar" olarak (!) niteliyor.
Asghar Ali Engineer'in de belirttiği gibi:
''İbni Haldun her ne söylerse söylesin, bu büyük servet birikimi, İslam için
gerçek büyük felaket oldu. Çok büyük gerilim yarattı ve iktidar için mücadeleyle
varsıllık birleştirilince erken İslam toplumu iç savaşın içine sürüklendi.''
(Asghar Ali Engineer, The Origin and Development of Islam, Yeni Delhi-1980,
s.164)
Bu servet birikiminin birkaç elde toplanması, adilane bölüşülmemesi ve büyük
toprak sahipleri sınıfının ortaya çıkmaya başlamasının getireceği felaketin ilk
farkına varan ve yöneticilere başkaldıran Abu-Zer Gaffari olmuştu. Peygamberin
önde gelen sahabilerinden olan Gaffari, Ali'nin en yakın dostu ve
destekleyicilerindendi. Anadolu Alevilerinin kutsal saydığı Kırklar Meclisi
üyelerinden ve Onyedi Kemerbest'lerden biri sayılmaktadır.
''Abu-Zer Gaffari, yabancı ülke fetihlerinden akan zenginlikten çok büyük miktar
biriktiren, lüks ve çalışmadan kolay yaşama geçenleri şiddetle eleştirmekteydi.
İslam ülkelerindeki sosyalist ve komünistler onu Sosyalizmin öncüsü olarak
görürler. Onun, İslamla bağdaşmayan düşünce ve eylemleri ile, sosyalistik
idealleri denediği açıkça görülmektedir. Radikal görüşlerinden ötürü, düzen
tarafından sürekli kovuşturmaya uğramış, bir yerden başka bir yere
sürülmüştür.'' (Asghar Ali Engineer, The Origin and Development of Islam, s.165
vd.)
Maxim Rodinson, Abu-Zer Gaffari hakkında özetle şu bilgiyi vermektedir:
''Ona atıf yapılan hükümlere göre: Örneğin, her kişi zorunlu ihtiyaçları (için
en azını ayırdıktan sonra) ötesindeki varlığı ve gelirlerinin tümünü, sadaka
olarak Tanrının hizmetinde harcamalıdır. Peygamberin ölümünden itibaren on yıl
boyunca, hahamlar ve rahipler örnek gösterilerek, sadaka ve zekat vermeye
isteksiz zenginler hakkındaki Kur'an ayetlerinin(*1) işletilmesini sürekli
konuştuğu ve halkı sarsarak harekete geçirmiş olduğu söylenir.''
''Orta Çağ tarihçi ve din bilginlerinin yarı efsanevi Abu-Zer Gaffari'si,
herhangibir dinsel ögeden ekonomik olanı ayırır. Örneğin güçlünün ve zenginin
baskısıyla görkemiyle kendileri üzerine zorla dayatılmış engellemelere karşı
mirastan mahrum etme protestosu düzenlemişti. Bu eğilimde, hem sosyal düzene
zarar vermeyen hem de eylemci ve devrimciliğe yönlendiren biçimlenmeler vardı.''
(M. Rodinson, Islam and Capitalism, Eng. Transl. by Brian Pearce, London-1974,
s.25 vd.)
Yukarıda açıklanan durumuyla Abu-Zer Gaffari'yi, İslam'da Sosyalizmin öncüsü
olarak değerlendirirlerken, komünistik idealleri çağrıştıran aşağıdaki sözleri
söylemiş; yaşamını ve eylemlerini bu doğrultuda sürdürmüş olan Ali'yi
görmezlikten gelmek haksızlık olduğu kadar bilimsellikten de uzaktır. Hazreti
Ali Divanı'ndan alınmış ve yorum bile gerektirmeyen şu sözlere bir gözatalım:
''77. Malı yalnızca kendin için kazanılmış olarak düşünme,… Allah'tan kork ve
malını paylaş.
"677-678. Utançtır insana, evinde serilip yatarken komşusunun üstsüz başsız,
bükülerek açlıktan yatması. Utançtır yoksulu ezmek, ona zulmetmek…
"467. Nasıl bir hastalıktır, sen evinde tok yatarsın etrafında deriyi kemirmeye
hasret duyan yürekler varken.
"1187-1188. Benim evim, gelen herkesin kendi ortamıdır, kilerimiz yiyecek alana
açıktır. Bütün varımızı sunarız, sadece ekmek ve sirke olsa da.
"26-27. Çok kimse çalışıp çabaladığı halde zenginliğe ulaşamazken, bir diğeri
hiç emek harcamadan zengin oldu. Ve mal üstüne mal topladılar…
"366.(Oysa) kişiyi ev barındırır, hırkası üstünü, ayıbını örter; ölmeyecek, yani
ihtiyacı kadar yemek yetmez mi insana?
"149. Geçimini şerefsizlikle elde etmeyi isteme…'' (Emir Ali İbni Abu Talib,
Hazreti Ali Divanı, Arapça'dan çeviren Vedat Atila, İstanbul-1990)
Hiç kuşkusuz Ali'nin bu sözleri, ne kendisinden önceki halifelerin ve ne de
"çalışıp emek harcamadan mal üstüne mal yığan, şerefsizce geçim sağlayan;
yoksulu ezen ve onlara zulmeden" büyük toprak sahipleri sınıfının hoşuna
gitmemişti. Üstelik bu sınıftan yönetici kişilerin adlarını da vererk
eleştirdiğini görüyoruz:
"1325.Gün uzadı Talha ile Zübeyr'in yaptığı kötülüklerden.
"1327. Suhre (Sufyan) oğlu Muaviye'yi uyardım, ne var ki işe yaramadı
uyarılarım.
"1331.Sen ve baban istemiyerek, ikiyüzlülükle katıldınız İslama, çünkü cehaletin
yoluydu sizin yolunuz.
"1332. Peygamberin vefatıyla eskiye döndünüz…"
Ebu Bekir'e de ''766.Peygamberin vekili (olan benim) ile, o küçük gözlü beter
kişiyi mukayese mi ediyorsunuz?'' (agy) demekten çekinmemişti.
Gerek Ali ve yandaşlarından (şiasından) Gaffari ve Abdullah İbn Saba gibi önde
gelenlerin muhalefet mücadelesi, gerekse Muhammed dönemi siyasetine sadık kalan
bazı sahabilerin çeşitli uyarıları, 20 yıl içinde yeni sınıfların ortaya
çıkmasını sağlayan sosyal ve ekonomik değişimleri önleyemedi. Kısaca bir daha
bir daha gözatalım:
''Ömer döneminde Hicaz'da ve başka bölgelerde açılan su kuyuları ve kazılan
kanallarla toprağın verimi artırılmış. Bu büyük tarımsal çalışmalarda çok büyük
sayıda köle kullanılmış. Örneğin Makrızi'nin anlattığına göre: 'Mısır'da büyük
sulama kanalları sisteminde yıl boyunca her gün kullanılan köle-işçi sayısı 20
bin idi.' Yine bu dönemde özel Sulama İşleri kurumu vardı. Hicaz'da da artan
büyük üretim fazlasıyla yüksek sınıflar daha da zenginleşti."
"Küfe valisi Said, kentteki toplumsal karışıklığın önlenmesi için Halife Osman'a
mektup yazar. O da Küfe gibi diğer bazı kentlerde nüfus baskısını azaltmak için
ekonomik bir karar alır. Bu karar Hicaz'daki Arapların ellerinde tuttukları
topraklarla, fethedilmiş eyaletlerdeki arazilerin değiş-tokuş (mübadele)
edilmesi uygulamasıydı. Örneğin Talha, Hicaz'daki bütün topraklarını satıp,
arazi değiştirme izniyle, Irak'ta çok büyük geliri olan geniş bir arazi ele
geçirdi. Bu arazilerde çok sayıda köleler ve hizmetkarlar çalışıyordu. Pek
çokları bu şekilde büyük toprak sahibi oldu ve yeni bir sınıf belirgin bir
biçimde ortaya çıkmıştı.'' (Asghar Ali Engineer, agy, s.171)
Böylece Mekke, Taif ve Medine'de de hiç çalışmayan, işçi ve kölelerin emek
güçleriyle yaşayan zengin toprak sahipleri sınıfı oluştu. Eski İslam ahlakı
temelinden değiştirildi. Yayılmacı fetihlerden, savaşlardan elde edilen varlık,
köleler ve ganimet bu kentlere doluyor ve bazı ellerde toplanıyordu. Osman'ın
değer ölçüleri nedeniyle büyük toprak sahipleri artmaya devam ediyordu. Aldığı
kararlar, sorunları çözmekten çok ağırlaştırmıştı.
Asghar Ali Engineer, "Osman dönemi, belki İslam'da Feodalizmin (sözcüğün gevşek
anlamıyla) başlangıcı sayılabilir" diyor. Yayılmacı fetihler gerçekten büyük
sorunlar yaratmıştı. Birincisi, ganimetin beşte dördü, bu savaşlarla doğrudan ya
da dolaylı olarak katılmış olan fatihler arasında dağıtılmasıydı. Kentlerde
yaşayan bu kişiler, dört yılda bir kere sınır bölgelerine gidecek, orada altı ay
kalacak ve yabancı kökenli köleler dahil ganimetlerini üzerlerine geçirtip
döneceklerdi. İslam'da elegeçirilmiş özel mülk ve her yeni fetihle artması süren
varlık yoğunlaşması üzerinde denetim yoktur. Araplar, yeni İslam dünyasına
kazandırdıklarına inandıkları büyük onur kadar, onlara zengin ganimet getiren
yeni eyalet fetihlerinde birbirleriyle yarışma halindeydiler. İkincisi, İslam
imparatorluğuna daha fazla eyaletlerin katılması, nüfus düzenini değiştirdi ve
köle sayısını artırdı. Söylemek gereksizdir ki, bunlar nüfusun en memnun olmayan
mutsuz bölümünü oluşturuyor ve bu yüzden herhangibir başkaldırı ve karşıkoyum
hareketinde rol almaya daima hazırdı.
II.I.1.a Halife Osman'a Başkaldırı Hareketi, Farklı Çıkarlar ve Ali'nin
Eşitlikçi Tavrı
Osman'ın 651 yılında yukarıda sözü edilen ölçülerini uygulamaya koyması ve
aradan beş yıl geçmeden öldürülmesi dikkat çekicidir. Yaşamının son iki yılı
esnasında herşey çok kötü gitti ve gerçekten büyük bir başkaldırı başlamıştı. Bu
ayaklanma hareketi ve Osman'ı öldürme olaylarında rol alan halkın en çoğu Mısır,
Küfe ve Basra gibi fethedilmiş eyaletlerden idi. Yabancı fetihler, çeşitli
eyaletleri İslam imparatorluğunun kontrolu altına getirmekle, uluslararası
ticaret fırsatlarını artırdı. Doğrusu bu bölgede müslümanlar şimdi ticaret
tekelini ele geçirmişler, bu fırsatları kullanıp kazançlarını şişirmişlerdi.
Böylece halife üzerinde büyük baskı uygulayan güçlü bir olygarkhoslar sınıfı
(oligarşi) ortaya çıkmıştı. Osman'ın toprak değiştirme fermanı, bu değişimden
büyük kazanç sağlayan güçlü oligarşinin baskısıyla gerçekleşmişti. (A. Ali
Engineer, agy, s.173)
''İslam imparatorluğunun başkenti Medine, Osman'ın öldürülmesinden sonra
isyancıların denetimine geçti. İsteksiz görünen Ali'yi, yönetimin iplerini
ellerine almaya zorladılar. Talha, Zübeyr gibi birçok güçlü oligarhlardan
isyanın çıkmasına alet olanlar da, yansız kalanlar da Osman'ın kurtarılması için
hiç birşey yapmamışlardı. Olasıdır ki bu, gelecek halife üzerinde baskı ve
kontrol kurmak, ya da durum uygun olduğu takdirde halifeliği ele geçirme
isteğinden geliyordu. Ancak onların bu tutkuları, isyancıların ağırlıklarını
Ali'nin arkasına koymasıyla havada kalmıştı.'' (A.Ali Engineer, agy, s.174)
Asghar Ali Engineer, 1994'te yayınladığı The Islamic State adlı yapıtında ise
şöyle demektedir:
''Osman'ın öldürülmesinden sonra halife seçilen Ali, bu yeni sınıflar ve
grupların yarattığı biçimlenmeyle başıboş bırakılmış güçleri kontrol altında
tutamadı. Onun namusluluğu, ahlaki dürüstlüğü ve davasına bağlılığı tartışılmaz
tutumuyla, bu güçleri buyruğuna alması olası değildi. Ali İslam öğretilerini,
özellikle eşitlik ruhunu koruyarak, siyasetinde biçimlendirmek istedi. Ancak
birey olarak insanın irade ve karakteri ne denli güçlü olursa olsun, tarihsel
güç dalgaları kendisine karşı olduğu zaman, tarihin seyrini değiştiremez."
"Büyük toprak sahipleri güçlü iktidar gruplarının biçimlenmesi ve büyük varlık
akımının, Arap toplumunun kabile temelli sınıflarını tamamıyla yoketmesi çok
yakındı. Oysa Ali sınıflara ayrılmamış halk arasında kolayca kabul görmüş ve
erken İslam tarafından önerilen eşitlik yolunu ciddi bir biçimde izlemeye
koyuldu. Oysa predominant gerçek bu değildi. Bu şekilde yeni mülkiyet
ilişkilerinin ortaya çıkması, Ali'nin izlemek istediği erken islami yol ile
korunamazdı (Thus the emerging property relations were not in keeping with the
early islamic course Ali wanted to follow). Ali halife olduğunda bu güçler çok
sağlamlaştırılmış ve Arap toplumunun eşitlik çatısı hemen hemen parçalanmıştı.
İslamın tanrısal demokrasisini (Theo-democracy) destekleyen koşullar artık
işletilemezdi. Qamar-uddin Khan'ın (Al-Mawardi, al-Ahkam as-Sultaniyah)
deyimiyle 'İslam demokrasisi ruhu, dördüncü halife Ali'nin tabutuyla toprağa
verildi.'' (Asghar Ali Engineer, The İslamic State, Delhi-1994, s.58 vd.)
.............................
1 Kur'an
9, 34: Ey inananlar! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını
haksız yollardan yerler ve Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da
Allah yolunda harcamıyanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!
--------------------
II.II Heterodoks İslamın (Aleviliğin) Ali Ve Evlatlarına
Bağlı Olarak Değişik Biçimlerde Gelişip Yayılması
Sabailik inanç ve öğretisine felsefi açınımlar getiren,
genişletip geliştiren ve çoğu kurucularının adlarıyla anılan alevi hareketleri
Şehristani'nin verdiği bilgileri temel alarak sırasıyla incelemeyi sürdüreceğiz.
Bunlardan bazıları toplumsal ve siyasi hareketler biçiminde örgütlenmiş ve
kitleleri peşine takarak egemenlere karşı ayaklanmış. Zalimlere başkaldırmış,
direnmiş, çokça kırılmış ancak yeniden toparlanmışlar. Bazıları ise marjinal
gruplar olarak toplumu ve yönetimleri sarsmış, inançları uğruna canlarını seve
seve vermekten çekinmemişlerdir. Ancak bunları tek tek incelemeye geçmeden önce,
elbette ki Ali sonrası tarihsel olayları, gelişmeleri ve özellikle Kerbela
olayını gözden geçirmekte yarar var. Önce J. Wellhausen'in Ali sonrası siyasi
analizine kısaca göz attıktan sonra dönem hakkında görüş ve yorumlarımızı
sürdürelim. "Ali, Osman'a karşı yapılan ihtilal hareketindeki grup başkanlarının
önemli dayanağını oluşturan Iraklıları yanında tutmayı başarmış, yönetim
merkezini Küfe'ye taşıyarak, dönek rakipleriyle kanlı bir çekişmeden sonra da
olsa (Talha, Zübeyr, Ayşe ve Camel savaşı kastediliyor - İ.K.) Basra'yı kendi
tarafına kazanmıştı. Muaviye'nin arkasında, uzun zamandan beri yönetmekte
bulunduğu Suriye duruyordu. Onunla Ali arasındaki mücadele bir Suriye-Irak
savaşına dönüştü. Bu mücadele Ali'nin öldürülmesiyle Iraklıların aleyhine
sonuçlandı. Ancak bunlar Muaviye'nin kurduğu devlet içindeki birliğe zorla ve
görünüşte katıldılar. Ali, ölümünden sonra Suriye boyunduruğuna karşı
muhaliflerin bayrağı oldu. Iraklılar, Küfe'nin İslamın merkezi olduğu ve
devletin merkez hazinesinin sahip bulunduğu kısa devreyi, idealleri olarak
anılarında korudular. Böylece Irak'a yerleşen Şia önceleri parti değil, bütün
eyaletin siyasi düşüncesinin ifadesiydi. Hemen hemen bütün Iraklılar ve
özellikle Küfeliler, tek tek değil bağlı bulundukları kabile başkanlarıyla
birlikte Şii'ydiler. Aralarında derece farkı olmakla birlikte Ali bunlar için,
yurtlarının kaybedilmiş ihtişamı, yitirilmiş büyüklüğü anlamına geliyordu.
Yaşadığı yıllarda sahip olmadığı, şahsına ve ailesine karşı büyük hürmet ve
itibar, işte bu düşünceden doğmuştur. Ancak, Ali'nin adına bağlı gerçek kült,
karanlık bir tarikatın kucağında çok daha önceden faaliyet göstermekteydi.
Muaviye, Irak'ı itaatı altına alır almaz, Mugira b. Şube'yi Küfe'ye vali olarak
atadı. Ondan her Cuma namazında mimberden Ali'ye lanet okumasını, küfretmesini
istedi…" (J. Wellhausen, agy, s.90 vd.)
J. Wellhausen, bu siyaset analizinde kuvvetle altını çizmemiş olsa da, aslında
çok önemli olan Ali'nin adına bağlı ikili muhalefet gerçeğini ortaya koyuyor.
Birincisi, başta Küfeliler olmak üzere Irak eyaleti kentlerinde yaşayan büyük
toprak sahipleri, kabile başkanları ve beş yıllık hilafet döneminde Ali'nin
yönetim çevresini oluşturan askeri aristokrasisi gibi sınıfların Şii
muhalefetiydi. Bu ayrıcalıklı yüksek sınıflar "kaybetmiş oldukları ihtişama"
kavuşmak, "merkezi devlet hazinesini" ellerine geçirmek için Ali'yi bayrak
yaparak partileşmiş Şia idi.
Bunlar çıkarlarının doğrultusunda Ali yandaşı, yani Şia olmuşlardı. Yaşadığı
muhalefet yıllarında ona itibar etmeyen bu kesimlerin amacı, şimdi Ali'nin
anısını ve evlatlarını kendilerine bayrak yapıp kitleleri peşlerinden
sürükleyerek - sadece Şam'ın boyunduruğuna muhalefet etmek için değil - iktidarı
onların adına elde etmek ve kendileri kullanmaktı. Bunların iktidarı hem zor
kullanarak hem de siyasi hilelerle ele geçirmiş Şam yönetimini oluşturan
sınıflardan farkı yoktu. Ancak Şam'dakiler daha güçlü, baskın ve zorbaydılar.
Küfe'deki bu yüksek muhalif sınıfların dini de -adının Şii olması hiç
farketmiyor - ortodoks İslamdı. Bir taraf, yani
Emeviler Ali'den nefret ederek, onu lanetleyerek İslam İmparatorluğunun başında
otururken, diğer taraf, yani Iraklı Şiiler Ali sevgisi gösterisi içinde onun
adından ve aile bireylerinden yararlanarak iktidarı yakalamak umuduyla muhalefet
oldular. Ama savaşım gerektiğinde, göğüs göğüse vuruşmak gerektiğinde saf
değiştirmekte tereddüt etmediler. Örneğin Küfeli Şiiler çok sever göründükleri
Ali'yi de, onun oğulları Hasan'ı ve Hüseyin'i de, Hüseyin'in torunu Zeyd'i de
kandırıp onların katledilmelerine neden oldular. Çünkü üst sınıflar olarak
iktidarla kesimsel çelişkileri sadece toprak, ganimet ve köle paylaşımından daha
kazançlı çıkmaya ilişkindi. Çelişkileri, yaşamda kalıp kalmama, can pahası
mücadele değildi. Bu sınıfların iktidar ve muhalefetler olarak yaşaması, avam
diyerek aşağıladıkları halkın; yani yoksul çoğunluğun ve emekçi kölelerin
sömürülmesine, onların tam bir baskı altında tutulmasına bağlıydı.
O dönemde muhalif halk çoğunluğu da, Ali'ye ve onun soyundan gelenlere, yani
Ehlibeyt soylulara karşı nefret ve sevgi temelinde bölünmüşlüğü yaşıyordu.
Sınıfsal çıkarları çeliştiği için Şam iktidarı, ne Ali hilafeti yönetim çevresi
tarafından Nehrivan'da kırılan Haricilere yardımcı olmuş, ne de onu katlettikten
sonra, bu büyük nefretlerinden dolayı onlara sahip çıkmıştır. Tam tersine
657'den 749'lara, yani Emevi hanedanlığı yokoluncaya dek Harici hareketlerini
her yerde ezmiştir. Uzun dönemli bir halk hareketi olan
Haricilik, dönemin nesnel koşullarında yanlış yönlendirilmiş, daha fazla
Kur'an'a bağlı ve daha iyi müslüman olduğunu iddia eden ortodoks karakterli
başkaldırılar olarak sürdü. Gelecekte Abbasiler zamanında alevi halk
hareketleriyle bütünleşip kaybolacaktır…
Wellhausen'in Ali sonrası siyasi analizinde belirttiği ve "Ali'nin adına bağlı
gerçek kült, karanlık bir tarikatın kucağında çok daha önceden faaliyet
göstermekteydi" cümlesiyle geçiştirdiği ikinci muhalefeti, kuşkusuz Sabailer
oluşturuyordu. Yukarıda açıkladığımız gibi, Ali'nin 661'de katledilmesinden
sonra Abdullah İbn Saba, onun ölmediğini, gökyüzünde bulutlara büründüğünü ve
soyundan gelenlerle başka bir donda dünyaya inip kendilerini kurtaracağını
yayıyordu. Halife olmasında çok önemli rol oynamış Sabailer'in, Küfe merkez
yapıldıktan sonra Ali'nin Küfeli Şii hilafet çevresi tarafından geri plana
itilmiş olduğu kesindir.
Ölümünden sonra da Iraklı Şii muhalefet, Ali'yi tanrılaştıran bu muhalefet
grubunu yanına almamış, tam tersine gulat (aşırı) sayıp dışlamış ve haklarında
aynı şeyi düşünen düşmanları Emeviler karşısında onları yalnız bırakmaktan
çekinmemişlerdir. Ali'ye isnat edilen "Abdullah İbn Saba ve yandaşlarını ateşe
atma" eylemini gerçekleştiren, bizzat Emevi yönetimiydi. Ama, sadece ortodoks
İslam adına, Ali'nin tanrılığına inandıkları için değil de daha çok Osman'ın
katilleri olarak ateşle cezalandırmış olmalılar. Böylece yeni başkaldırı
hareketlerine de gözdağı vermiş oluyorlardı. Önderleri öldürülen Sabailer
yeraltına itilmişlerdi. Julius Wellhausen'in dediği gibi "Ali'ye bağlı gerçek
kült (inanç) karanlık tarikatın kucağında" gelişiyor, yoksul halkın,
kölelerin-azatlıların kinleri büyüyordu. Ne, Muaviye ile uzlaşmak zorunda kalmış
olan İmam Hasan'a, ne de Kerbela öncesi Hüseyin'e yaklaşamadıkları anlaşılıyor.
Ama, Ali'nin ölümünden 20 yıl sonra Kerbela'nın öcünü almak için
Kaysaniler (Hanafiyya-Muhtariyya) olarak ortaya çıkmaları, onların
Muhammed İbn al-Hanefi (Hasan'la Hüseyin'in üvey kardeşi) çevresinde
güçlendiklerini gösteriyor. Bu yıllar içinde Hasan ve Hüseyin'in Emevi
yönetimiyle mücadeleleri ve Iraklı Şiiler'in tutum ve davranışlarına bir göz
atıp, Kerbela olayına girelim..
II.II.1 Ali Gibi Pasifist Siyaset İzleyen Hasan ve Muaviye Anlaşması
Üzerine
Sünni İslam dışında olan ve kendilerini
Caferi diye adlandıran Şiiler ile Alevi-Bektaşiler, İmam Hüseyin ve
Kerbela şehitleri için yas ayı kabul ettikleri Muharrem ayında oniki gün oruç
tutarlar. Her yıl Kurban bayramının ilk gününden itibarın, üçüncü haftanın son
günü başlatılan İslamın bu kesimleri için Muharrem orucu, aynı zamanda Tanrıya
ibadet olarak algılanmaktadır. İmam Hüseyin'in şehit edildiği gün olan orucun
sonunda Şiiler, zincirlerle döverek, kesici aletlerle yaralayarak kendilerine
işkence ederler. Bu şekilde ızdırap çekerek, İmam Hüseyin'in o korkunç ve
dayanılmaz acılarına ortak olduklarına inanırlar. Alevilerde ise, hiç su
içmedikleri Muharrem orucu, onikinci gün aşure çorbasının pişirilip
dağıtılmasıyla son bulur. O gece Cem yapılır ve Kerbela olayını anlatan, saz
eşliğinde özel makamla okunan Mersiyeler (ağıtlar) söylenir; şehitler için
ağlar, gözyaşı dökerler ve Yezid'e lanet okurlar Cem'e katılmış olan canlar.
Yine Alevi-Bektaşilerin Muharrem dışında da Görgü Cemleri, "Cem Birleme" adını
verdikleri tören, su ya da şerbet dağıtılırken, İmam Hüseyin ve Kerbela
şehitlerini anan övgü ve sevgi nefesleri söylenerek (tevella), Yezit ve
Muaviye'ye lanetler okunarak (teberra) sona erdirilir.
İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Kerbela kırımı ve İmam
Hasan ile Hüseyin üzerinde, nesnel bakış açısından yaklaşımla yorumlamayı
deneyeceğiz.
Ali, İbni Mülcem adlı Harici tarafından şehit edildiğinde (661) ikinci imam
Hasan otuz yedi yaşında bulunuyordu. Al Müctaba (seçkin, seçilmiş) sıfatını
taşıyan Hasan'ın Muaviye'ye boyun eğmesi ve onu İslam halifesi olarak
kabullenmesi iki türlü değerlendirilmektedir:
Birinci değerlendirmede Hasan acımasızca eleştirilerek halifeliği savaşsız
Muaviye'ye teslim ettiği için onunla alay edilmiş, Batılı ve tarafsız(!) görünen
bazı tarihçiler tarafından, kadınlara aşırı düşkün, öngörüsüz, iktidarsız, lüks
ve rahat yaşam isteyen biri olarak betimlenmiştir. Hatta J. Wellhausen, "Hasan,
hak ve hukukunu şerefsizce satmıştır" diyerek eleştiriyi hakarete vardırmıştır.
(Julius Wellhausen, agy, Ankara-1989, Çev. Fikret Işıltan, s. 157) Avrupa
merkezci idealist tarihçiler, İmam Hasan'ı alçaklık ve korkaklıkla suçlamış;
Emevi ve Harici yandaşı, daha sonraları Abbasi dönemi Sünni tarihçi yazar ve
şairlerin anlattıklarını temel almışlardır.
Şii tarihçi ve yazarlar bu değerlendirmeyi asla kabul etmezler. Onlar, Küfeli
Şiiler ve orada bulunan ordunun başındaki Medineli ve Mekkeli Ali dostları
tarafından seçilen Hasan'ın halifelikten çekilmesini, alçakça bir zayıflık ve
korkaklık değil, tersine gerçekçi ve şefkat-merhamet dolu bir olay olarak
gösterirler.
Yaklaşık 40 bin kişilik ordunun başında, babasının öcünü almak için Haricileri
takibeden Hasan, Muaviye'nin başında bulunduğu Suriye ordusuyla karşılaştı.
Kendisine haber gönderip müzakere isteyen Muaviye, öbür yandan Küfeliler arasına
soktuğu gizli adamlarıyla yaydığı yalan haberler ve rüşvetle Hasan'ın ordusunu
parçaladı. Çeşitli kabilelerden oluşan birlikler uyuşmazlığa düştüler ve Hasan'ı
yüzüstü bıraktılar. Bir kısmı ona başkaldırdı, bir kısmı Muaviye ordusuna
katıldı.Hatta Hasan'ın çadırını yağmalamaya giriştiler. Dolayısıyla Hasan
yanında kalan bir avuç yandaşıyla yakınlarının kanı dökülmesin diye halifelikten
vazgeçip Medine'ye çekildi. (Moojan Momen, An Introduction to Shi'i Islam, Yale
University Press-1985, s.26-27)
Elbette ki Hasan, ne bir korkak ve alçaktı, ne de onursuzca hukukunu satmıştır.
Ancak İmam Hasan; kurnaz bir politikacı olmakla birlikte, hem silah hem de
ekonomik zenginliği elinde bulunduran egemen sınıfların temsilcisi Muaviye
tarafından rahatlıkla tuzağa düşürülecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. Hasan'ın
hasmı öylesine kurnaz ve hilekar politikacıydı ki, Sıffin savaşında kaybetmek
üzere olduğu anda bile durumu lehine çevirebilmişti. Oysa Ali, Muaviye ve Amr
ibn ül As'ın hileleriyle, yendiği halde yenilmiş sayıldığı sözü edilen savaşın
hemen arkasından, toparlanamadan Muaviye'nin üzerine gitmesi gerekirken, arkadan
vurmamaları için, kendisini terkeden Hariciler'e yüklenmiş ve bir süre sonra
onların büyük bir kısmını Nehrivan'da kılıçtan geçirmişti. Küfe'yi Halifelik
merkezi olarak hazırladıktan sonra bunu yapması Muaviye'yi daha da güçlendirmiş,
hatta o bu arada aynı hilekar siyasetiyle Mısır eyaletini de ele geçirmişti.
Hasan'ın durum değerlendirmesi yapmadan, gücünü ve ordusunun sadakatini tam
anlamadan, asıl düşmanını gözden kaçırarak, salt babasının öcünü almak için
Haricilerin üzerine gitmesi doğru değildi. Çevresinin etkisiyle Hasan'ın bu
aceleciliği, Muaviye'nin çok işine yaradı. Muaviye, Küfe'deki Halifelik yönetim
çevresindeki sınıfların tereddütlerini ve asıl olarak, Hasan'ın, bir ihtilalle
babasını halife yapmış olan aşağı sınıflardan halklarla, yani Sabailerle
ilişkilerinin kopukluğunu gördü. Çıkar gruplarını rahatlıkla satın aldı.
Müzakereler sırasında Hasan'a, kendi durumlarının tıpkı Ebubekir ile Ali
arasındaki halifelik anlaşmazlığına benzediği haberini göndermişti. Ebubekir'i
tutan kabile şeflerinin çokluğu yanında, yönetime daha layık olsa bile Ali'nin
zayıf oluşu, onu evine kapanmaya zorunlu kılmıştı. Hasan'ın böyle yapmak zorunda
olduğunu açık açık söylüyordu. İşte Hasan, Muaviye'nin bu değerlendirmesinin
doğruluğunu görerek, babası gibi evine ve inancına sığınmak zorunda kalmıştır.
17.yüzyılda yaşamış, 4. İmam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd soyundan gelen
Senirkentli Veli Baba, Menakıbname'sinde anlaşmayı dönemin Türkçesiyle şöyle
anlatmaktadır:
"Hz. Murtaza'nın şehadetinden sonra bivefa Küfi'lerin (vefasız Küfelilerin)
teşvikiyle Şam üzerine ordu çekmiş ise de, Anbar nahiyesinde Şam askeri
karşıladığından ve zati alisi bu yolda sefk-i dem (kan dökmek) istemediğinden
Muaviye ile beş şart üzerine, Muaviye'nin teklifi vechile hicretin kırkbirinci
senesinde (M.661) hakk-ı hilafetini ana terketmiş. Ve ol şartlardan evvelkisi
şart: Hz. Ali K.V.ye la'n ve şetim (lanet ve küfür) olunmaya. İkincisi: İmam
Hüseyn Muaviye'ye tebaiyyet itmeye ve biat teklifinden muaf tutula. Üçüncüsü:
Şam valisi Muaviye yerine kimseyi kaimmekam kılmayub (yerine kimseyi tayin
etmeyip), andan sonra İmam Hasan Halife-i Resulullah ola. Hz. Ali taraflısı olan
bazı rical (ileri gelenler) incitilmeye ve hapishanede ise koyverile. Beşincisi:
Her sene İmam Hasan Basra'dan ikiyüz bin guruş ala (Kuruş, gümüş dirhem
karşılığı olabilir - İ.K.) Zira Şah-ı vilayet (Hz.Ali) şehid oldu. Yirmi iki
evlad ve dört nisa'ye (kadına) sekizyüz guruşluk malı kaldı. Bu sebebten Evlad-ı
Ali cümlesi fakıyr idiler. Lakin Muaviye beş şartın dördünü kabul ittim.
Beşincisi La'nı Ali ve sebbi Ali (Ali'ye lanet ve küfür) olmamak kabil değildir.
Meğer ki İmam Hasan kanğı camide bulunur ise, o camide sebb ve la'nı Ali
olunmasın, başka olmak mümkün değildir, didi. Hah-ı nahah (ister istemez)
tarafeynden kabul ittiler. Badehu (bunun üzerine) dairesi halkıyla (Hasan)
Medine-i Münevvera'ye giderek kuşe-i inzivaya çekilmiş idi." (Veli Baba
Menakıbname'si, Haz. Doç.Dr. Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.82)
Hasan'ın ne denli yalnız kalmış olduğu, bu koşulların ileri sürülüp kabul
edilmesinden anlaşılmaktadır. Sorumluluğunu yüklendiği ailesini açlığa tutsak
kılmamak için, babasına cami mimberlerinden küfredilmesini bile sineye çekmiştir
Hasan. Kuşkusuz sadece Hasan tarafından değil, ailecek kabul edilmiştir bu onur
kırıcı koşullar. Çünkü, Ali ailesinin başka kurtuluş yolu yoktu. Ancak Hasan
aile içinde seçilmiş ikinci İmam olarak barışçıl (pasifist) siyasetini ölümüne
kadar sürdürmek zorunda değildi. Eğer Hasan Muaviye ile savaşa girseydi, Kerbela
olayıyla Hüseyin'in taşıdığı büyük tarihsel onur onun olurdu. Ama Ali soyu,
Ehlibeyt soyu tümüyle yokolurdu. Çok hırslı ve kindar bir düşman olan Sufyan
oğlu Muaviye, Hasan ve yanındakileri öldürmekle kalmaz, Medine'ye ve Mekke de
saldırır, tüm Haşimi sülalesinin sonunu getirirdi. Ali Muaviye için, "sen ve
baban istemiyerek ikiyüzlülükle İslam'a katıldınız. Peygamberin vefatıyla da
eskiye döndünüz cehaletiniz bitimsiz", dememiş miydi? Cehalet devrinin büyük kin
ve düşmanlığı bitimsiz sürüp gidecekti.
Muaviye'nin, yapılan anlaşmada Hasan'a halifelikten vazgeçmesi koşuluyla çok
cömert davrandığı görülüyor. Hasan ve yandaşlarına genel af dahil, ailesinin
Medine'de rahatça yaşaması için yüklü bir mali kaynak sağlamıştı. Bazı kayıtlara
göre ise, daha ileride Muaviye'nin ölümü üzerine halifeliğin Hasan'a
devredileceği koşulu bile vardı. Yapılacak olan bir savaşın kendisine daha
pahalıya malolacağını bilen Muaviye bunlara seve seve razı görünecekti.
Halifeliğe ilişkin madde anlaşmada gerçekten varolmalıydı ki, Hasan buna inanmış
ve sekiz yıl boyunca Medine'de, kendisine gelip Muaviye'ye başkaldırdığı
takdirde, destekleyeceklerini söyleyen heyetlerin önerilerini reddetmiştir. Hiç
kuşkusuz Hasan'ı ve kardeşi Hüseyin'i ayaklanmaya zorlayan, Ali'nin ölmediğini
ve onun tanrısal özünün şimdi kendilerinde tecelli ettiğini inandıkları için
bölük bölük onlara koşan Sabailerdi. Ayrıca Şii oldukları için Muaviye'nin
valileri aracılığıyla Ali'ye küfrettirerek ağır baskı altında tuttuğu Küfe
kaynıyordu.
M. Momen, "Muaviye İmparatorluk üzerinde öyle bir kuvvetli pençe geçirmişti ki,
herhangi bir başkaldırı başarısızlığa uğrardı. Üstelik Hasan söz vermiş ve bir
anlaşma imzalamıştı" diyerek, Hasan'ın ayaklanmamasına gerekçeler sıralıyor.
(agy, s.28) Bizce Hasan bir isyanı yönetmeye kendisini yetkin göremediği için
barışçıl siyaset izlemek zorunluğu hissetmişti. Zaten yapamazdı. Medine'de,
anlaşma uyarınca Basra'dan gelen ekonomik yardımı kabul ettiği için bir çeşit
gözaltı yaşıyordu. 661 ile 680 tarihleri arasındaki bu dönem, politikaya
karışmamak koşuluyla verilen bu yardım, onlar için doğrusu bir zül idi. 19 yıl
Ali ailesi bir ekonomik gözaltı olan bu ayıbı yaşadı. Hasan hep Muaviye'nin de
anlaşmaya uyacağına inanmak istiyordu. Elbette ki uymadı ve 669 yılında, henüz
kırkaltı yaşında bulunan Hasan'ı öldürttü. Büyük olasılıkla Muaviye, Hasan'ın
artık isyancılardan etkilenmeye başladığı ve harekete geçeceğinden kuşkulandığı
için onu zehirleterek ortadan kaldırmıştı.
Hasan'dan sonra imam olarak Ali ailesinin başına getirilen Hüseyin'in on yıllık
Medine yaşamı da farklı geçmedi. Hasan'ın öldürülmesi Ali ailesini iyice
sindirmişti. Muaviye yaşadığı sürece onları bu anlaşmaya uymaya zorladı ve
gözaltı sürdü. Oysa Küfe'de Hasan'ın ölümünden iki yıl sonra (671) Hucr İbn Adi
al-Kindi isyanı patlak vermişti.
Muaviye, camilerde minberden Ali'yi lanetlemeyi bir siyaset kurumu haline
getirmişti.(*8) Bu siyasete bilinen ilk tepki Hucr İbn Adi başkanlığında bir
avuç Küfeli Şii'den geldi. Al Kindi kabilesine mensup Hucr İbn Adi, Sıffin
savaşı dahil diğer birçok siyasi olayda Ali'nin yanında bulunmuş ve onun
tarafından yetiştirilmişti. 671'de Muaviye yönetimine karşı başkaldırdı.
J.Wellhausen, Ebu Mihnef ve Taberi'den kaynaklanarak olayı çok geniş biçimde
ayrıntılamaktadır. (agy, s.91-98) İsyan kolayca bastırıldı ve Hucr, altı
arkadaşıyla birlikte Şam'a götürülerek Muaviye tarafından idam edildi. Bu
yediler, Şiiler tarafından ilk şehitler olarak kutsanır ve saygı görürler.
(M.Momen, agy, s.28)
I. II. 2 Hüseyin ve Kerbela Olayı:
Şiilik Ortodoks İslam Olarak Tarihte Yerini Alıyor
Bize göre bu Hucr ve arkadaşları (yediler), ortodoks Şii değil,
Sabai idiler. Çünkü Ali'yi canlarını uğrunda hiç çekinmeden verecek kadar,
taparcasına seviyordular ve ona bağlıydılar. Kutsadıkları varlığın
lanetlenmesine dayanamamış, isyan etmişlerdi. Muaviye onlara, Ali'yi inkar
ettikleri takdirde canlarının bağışlanacağını söylediği halde, sevgi ve
bağlılıklarından asla ödün vermediler. Muaviye'nin yandaşı olan Ayşe'nin bile
kızıp karşı tavır aldığı bu olaya Hüseyin ve Ali ailesinin davranışı yahut
haberli olup olmadıkları hakkında bir bilgi yoktur. 70-80 yıl sonra, Hucr'ün
mensup olduğu Al Kinda kabilesinden Banu Kinda'nın güçlü partisi, Sabailiğin
devamı ve daha gelişmiş kolu olan Mansurilerle birlikte halife Abdülmelik'e
başkaldırmıştır.
Başta Hucr'ün arkasından gitmekten çekinen kabile üyeleri, Sükun'lu Malik b.
Hübeyre'nin hapse atılmış bazı isyancıları parayla da olsa kurtarmasından sonra
harekete katıldılar. Ziyad tarafından Şam'a götürülmüş olan Hucr ve
arkadaşlarını kurtarmak için silaha sarılarak yürüyüşe geçtiler. Malik'in
başında bulunduğu kuvvet Şam'a yaklaştığında, Hucr ve arkadaşlarının idam
edildikleri haberi gelmişti. Onları serbest bırakması için Muaviye'ye ricacı
göndermiş olan Malik b. Hübeyre çok öfkelenmiş, saldırıya hazırlanıyordu.
Siyaset kurnazı Muaviye onları silahla karşılayarak, isyanın büyüyüp
genişlemesine meydan vermedi. Onları parayla karşıladı. Muaviye'nin 100 bin
dirhem (gümüş) göndererek Malik'in öfkesini yatıştırdığı ve kendisinin
haklılığına onu inandırdığını öğreniyoruz. Açıkça görüldüğü gibi, Muaviye Sükun
kabilesi başkanı Malik b. Hubeyre'yi 100 bin dirheme satın almış ve isyanı
bastırmıştı. Bu olay, kabile aristokrasisinin inanç değil çıkarlar doğrultusunda
hareket ettiklerinin en belirgin örneğidir. İşte Hüseyin'i Küfe'ye çağırıp,
halife olarak başlarına geçirmek isteyenler toplumun bu kesimiydi.
Muaviye 680 yılında öldü. Şii yazarlara göre, sözde ölüm döşeğinde vicdan
azabıyla kıvranıp durmuş. Yaptıklarından dolayı ufak bir vicdan azabı duyan
adam, ölmeden önce oğlu Yezid'i halef olarak atayıp zorba bir hanedan
yaratmazdı. Medine valisi Velid b. Akab, İmam Hüseyin'i Yezid'e biat etmeğe
zorlayınca Mekke'ye göçetmişti. M. Momen şöyle yazıyor:
"İslam dininin kurallarıyla alay eden bir sarhoş olan Yezid'in halifelik
makamına oturması namussuzca bir tecavüz, bir gasıptı. Küfe'de halk bir kere
daha kaynaşmaya başladı. Artık Medine'ye Hüseyin'i Küfe'ye gelmeye ve
kendilerine liderlik yapmaya zorlayan mektuplar ve haberler geliyordu"diye
yazıyor. (agy, s.28)
Hüseyin'i çağıran, Küfe'nin nüfus çoğunluğunu oluşturan kozmopolit halkı mıydı?
Hiç de öyle görünmüyor. J. Wellhausen'in açıkladığı gibi, Küfeliler ondan
yanlarına gelmesini ve başlarına geçerek Emevi egemenliğine karşı ayaklanmasını
istediler. Ancak, Hüseyin'e mektup yazanlar her kabileden nüfuz ve itibar sahibi
kimselerdi. Ayrıca sayıca ve nüfuzca önde gelen Yemenliler de bulunmaktaydı.
Kısacası kentin yerli zenginleriyle, Küfe'ye yerleşip varlık sahibi olmuş
yabancı kabilelerin başlarıydı.
II. II. 2. a Hüseyin Müslim Akil'i Küfe'ye Gönderiyor
Hüseyin Küfe'den gelen çağrıları değerlendirmek istedi. Yezid'in
valileri, hangi şehirde oturursa otursun onu boyun eğmeğe zorlayacaklardı. Bu
nedenle Küfe'ye gitmeye ve orada şansını denemeye karar verdi. Başka çıkar yolu
da yoktu. Ondokuz yıldan beri Medine'de yaşadığı ekonomik gözaltı Ali ailesini
giderek yozlaşmaya itmişti. Zaten Medine zevk, eğlence ve mizah merkezi halini
almış; buradaki Haşimiler siyasetten ve savaşlardan uzak, Peygamberin
kabilesinden olma ayrıcalığının zevkini çıkarıyorlardı. Tanınmış
doğubilimcilerden Franz Rozenthal'ın dönemin Arap yazarlarından derlediği,
mizah-gülmece yaratıcısı Eş'eb ve torunu Şuayb'ın öykülerinde İmam Hasan ve
oğullarının; Hüseyin'in kızları, Halife Osman'ın iki torunuyla evlenmiş Fatima
ve Sukeyne'nin (Sakine) adları sıkça geçmektedir. Özellikle Sukeyne'nin
eğlenceye düşkün ve birkaç kaç kez evlenmiş kadın olduğu belirtilmektedir.
(Franz Rozenthal, Erken İslam'da Mizah, İstanbul-1997, Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet
Arslan, s.35,162-164; 48,92,107,204; 113-118, 132, 152, 172 vd.182) İmam Hüseyin
bu yozlaşmayı ve kendi ailesinin prestijinin azaldığını görüyor üzülüyordu.
Küfe'de istediklerini bulamazsa, büyük olasılıkla son İran şahı Yezdigerd'in
kızı olan karısı Şehriban'ın ülkesi İran'a geçip, oraya yerleşmeyi düşünüyordu.
Hüseyin, Mekke'den hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim Akil'i gizlice
Küfe'ye gönderdi ve ondan haber beklemeye başladı. Anlaştıkları üzere Müslim
önce Sakif kabilesinden, beş yıl sonra Hüseyin ve Ali ailesinin öcünü almak için
Kaysaniya adıyla büyük Sabai-Alevi hareketini başlatacak olan Muhtar b. Ubeyd'in
evine indi. Bu gösteriyor ki, Hüseyin Küfeli ortodoks Şiilerden çok Ehlibeyti
kutsallaştıran Sabai akımı yandaşlarına güveniyordu. Ancak Küfeli soylular
Müslim Akil'i oradan alıp, Murad kabilesinin önde gelen zenginlerinden Hani bin
Urve'nin evine yerleştirdiler. Çok dikkatli ve gizli propaganda toplantılarıyla,
bir ay içinde yirmi bine yakın Küfeli Şii Hüseyin'e biad yeminiyle ihtilal
ordusuna kayıt yaptırdı. Elbetteki bunları Şam'daki halife Yezid'in kulağına
ulaştırmışlardı casusları. Yezid'in ilk işi, ılımlı ve harekete gözyuman Küfe
valisi Numan b. Beşir'i görevden alıp, Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad'i onun
yerine geçirmek oldu.
Ubeydullah daha Basra'dayken Hüseyin'in hedefi hakkında geniş bilgi edinerek
gelmişti Küfe'ye. Buna karşılık, "evinde yabancı saklayan ya da yabancı görüp de
haber vermeyen çarmıha gerilecektir" tehdidi işe yaramamış, Müslim Akil'in
saklandığı ev ihbar edilmemişti. Sonunda Makil adında bir azatlıya 3000 dirhem
vererek, onu harekete bağışlamak kandırmacasıyla tanınmış bir Şiinin evine
sokmayı başardı. Müslim'e ulaşan Makil, Hüseyin'e biad ederek onun güvenini
kazanıp aralarına girdi. Böylece Hani bin Urve'nin evinde olup biten herşeyi
günü gününe vali Ubeydullah bin Ziyad'a bildirdi.
Herşeyi öğrenen vali, Hani bin Urve'yi konağına çağırıp, Şii eşrafın önünde
dövdü, hakaret etti. Sonra idam edip Kasaplar Pazarında astırdı. Ne kendi
kabilesi ve ne de diğer Şiiler onu kurtarma girişiminde bulunmadı. Ayrıca
gelişigüzel birkaç kişi daha yakalanıp kendi kabilelerinin oturduğu mahallelerde
astırıldı. Ertesi gün Müslim Akil yanında bulabildiği taraftarlarıyla pazar
yerinde toplandı, sözde valiye başkaldıracak, vuruşacaklardı. Bunu duyan
Ubeydullah yanlarına geldi. Kendisiyle birlikte sadece otuz silahlı muhafız
vardı. Ayrıca parayla satın aldığı en itibarlı Küfe Şiileri eşrafından yirmi
kişi de yanında bulunuyordu. Ubeydullah'ın yerine, bizzat bunlar isyancıları
dağılmaları için uyardılar. Müslim Akil tek başına kaldı. Sokaklarda sığınacak
ev arayan Müslim'i, al Kinde kabilesinden dul bir yaşlı kadın içeri aldı. Ama
kadının oğlu korkusundan kabile başkanına, o da valiye bildirince Müslim Akil
yakalandı ve vali Ubeydullah tarafından idam edildi. Böylelikle Küfeli ortodoks
Şiiler bir kere daha Ali ailesine ihanet ettiler. Bu kez, biraz Ubeydullah'ın
kılıcının korkusundan, ama daha çok parasına tamah ederek ihaneti
gerçekleştirdiler.
II.II. 2. b Hüseyin Bir Daha Dönmemek Üzere Mekke'yi Terkediyor
Kayıtlara göre İmam Hüseyin Küfe'ye gelmek üzere Mekke'den
ayrıldığı gün (10 Eylül 680), Müslim Akil öldürülmüştü. Hüseyin'in Mekke'den
ayrılmasına, başından gittiği ve dolayısıyla sorumluluktan kurtulduğu için, en
çok sevinen vali İbn Zübeyr oldu. En yakın akrabalarından Abdullah b. Cafer'in
oğulları kadınları ve çoçuklarıyla birlikte, 54 yaşında bulunan Hüseyin'le yola
çıktılar. Abbasoğullarından kimse katılmadı. Sadece elli silahlı vardı yanında.
Gerisi kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hüseyin Tanim'de, Şam'a giden bir
kervanı ele geçirdi. Çünkü develere ihtiyacı vardı. Bundan sonra Küfe yolunu
tutarak Zat, Irk, Vadi Zürrumme'den geçerek Hacir, Zerud ve Salebiye üzerinden
Zübale'ye ulaştı. Burada Hac ziyaretinden dönen birkaç Küfeli de ona katıldı.
Hüseyin çağrı mektupları ve imzalı biat yeminleri yanında bulunduğu için,
düşlerinde Küfe'de sadık Şiilerle(!) yükselteceği büyük isyan hareketini
yaşıyordu.
Hüseyin Salebiye'de Müslim'in acıklı öyküsünü öğrendi. Küfeli
Ebu Mihnef'ten kaynaklanan J. Welhausen "bu haber üzerine, eğer öldürülen
Müslim'in, kendilerine intikam hakkı ve görevi düşen erkek kardeşleri razı
olsalardı, Hüseyin seve seve geri dönecekti" diyor. (agy, s.104) Bizce Hüseyin,
yukarıdaki açıkladığımız nedenlerden ötürü Medine'den de, Mekke'den de bir daha
geri dönmemek üzere ayrılmıştı.
Küfe valisi Hüseyin'in yola çıktığını çoktan öğrenmiş ve onu Küfe'ye sokmadan
ortadan kaldırmanın yollarını arıyordu. Şam'daki halife Yezid'in kesin emri
vardı. Veli Baba Menakıbnamesi'nde "Muaviye ölürken oğlu Yezid'e vasiyet idip,
'ben Ali ile Hasan'ın işini bitürdüm, cümle memaliki sana biat ittirdüm. İmam
Hüseyin'in işini de sen bitür' diye vasiyyet eyledi" demektedir. (Veli Baba,
agy, s.81) Yezid de halifeliğini elinden kaçırmamak için, bu vasiyeti yerine
getirecektir.
Ubeydulah b. Ziyad, önce Kadisiye'den Tamimli Hür b. Yezid'in kumandasında bin
kişilik öncü birlik gönderdi. Ama asıl, başında Muhammed'in sahabelerinden Sad
b. Ebu Vakkas'ın oğlu Ömer'in bulunduğu 4000 kişilik kuvvet, Kerbela
yakınlarında bekliyordu. Bu kumandana Yezid, Rey valiliği sözü vermişti.
Hüseyin'e boyun eğdirdiği takdirde hemen gönderecekti. Hür b. Yezid, Küfe valisi
Ubeydullah'tan, Hüseyin'e dinlenme olanağı kullanması ve onun bir kalede veya su
kenarında konaklamasına izin vermemesi buyruğunu almıştı. Kendisini hemen
arkasından izleyen bu öncü birlik yüzünden ne Ninive ne de Gadıriye ve Şefiye'de
konaklayabildi. Hüseyin'i bir dost görünüşü altında herhangibir saldırıda
bulunmadan öylesine yakından izliyorlardı ki, arkasında namaza duruyorlardı.
Hatta Hüseyin'in susayan askerlere kendi sularından verdiği bile
anlatılmaktadır.
Her fırsatta Ali ailesini ve yandaşlarını eleştiren, sıkça kusur bulan, onlara
karşı düşmanca tavır koyan Julius Wellhausen, dönemin siyasi olaylarına her
nedense Emevi hayranlığı içinde bakmaktadır. Burada da "Hüseyin, Hür'ün
emrindeki birkaç atlıya saldırması için yapılan teklife uymadı; savaşı başlatan
kişi olmak istemiyordu" (agy, s.106) diyor. Koca bir birlik, bir silahlı
müfrezeydi bu, birkaç atlı değildi ki! , Hüseyin'in Küfe'ye yaklaşmasını önlemek
için görevlendirilen ve Tamimli genç Hür'ün komuta ettiği bin kişilik askeri
müfrezeye elli silahlı adamıyla saldırması Hüseyin için bir kurtuluş mu
olacaktı? Tersine kurduğu dostluk ve gösterdiği sevgi, Hür b. Yezid'in tek
başına da olsa, daha sonra Hüseyin'in yanına geçmesini sağlamıştır. Hür Hüseyin
uğruna şehit olmuştur.
II.II. 2. c İmam Hüseyin Kerbela Çölünde Ölümüne Direniyor
Hüseyin sonunda Fırat'a uzak olmayan susuz bir alanda, "kısır,
çorak" anlamına gelen Akr köyüne yakın bir yerde, Kerbela'da konaklamaya
zorlandı. Ömer b. Sad, Hazar Denizi kıyılarında ayaklanmış olan Daylamlıları
bastırma amacıyla Küfelilerle oluşturduğu 4 bin kişilik ordusuyla, aldığı emir
üzerine Hüseyin ve adamlarını kuşattı. Görüldüğü gibi, Hüseyin'i çağırıp
başlarına geçmesini isteyen, biat yemini imzalayan Küfe'nin saygın kişileri,
şimdi Ömer b. Sad'ın komutasında düşman olarak karşısında bulunuyorlardı. Ali
ailesini sevdiklerini ve onların Şiası (yandaşı) olduklarını ileri sürenler,
inançları uğrunda şavaşa girmemişler, ama, Ömer b. Sad'la Cihad'a katılmaktan
çekinmemişlerdi. Çünkü, Cihad'ın ardında ganimet vardı, mal, para, toprak
kazançları vardı. Kısacası, korkuyla ya da zorlanarak katılmış değillerdi bu
orduya...
Ömer b. Sad, Hüseyin'e buraya niçin geldiğini sordurduğu zaman, o da kendisinin
yanında bulunan Küfelilerin davet mektuplarını çıkarıp göstermişti. Ama, şimdi
artık burada kalmasına bir gerekçe bulunmadığını, çekilip gitmesi için izin
verilmesini istedi. Taberi'nin Duhni'den rivayetine göre Hüseyin, Medine'ye geri
dönmek ya da sınır boylarında kafirlere karşı savaşmak, hatta Şam'a Yezid'in
yanına gönderilmek istiyordu. Ama, yine Taberi Tarihi'nde, Abu Mihnef'in
"Hüseyin'in bunlardan hiçbirini istemediği, yerinden ayrılmak niyetinde
olmadığı" görüşüne de yer verilir. (J.Welhausen, agy, s.107) Bizce Ömer b. Sad
ile istişareleri sırasında, Hüseyin gerçekten sınır boylarına gitmek isteği
göstermiş olmalıdır. Çünkü buradan onun, İran'a geçmek ve oralarda güçlenerek ve
herşeyi talan edilmiş, toprakları ellerinden alınarak kendi topraklarında
köleleştirilmiş Arap olmayan halkların başında bir ihtilal yapma niyeti
sezilebilir. O topraklara gitmek için de Ömer b. Sad'ın ordusuna katılarak
olmasa bile, koruması altında Irak'tan çıkması gerekiyordu. Ömer'i, böyle bir
durumda, Küfelileri bu kez gerçekten Hüseyin'e kaptıracağı korkusu sarmış
olmalıdır. Hemen arkasından Ömer b. Sad, Ubeydullah'la görüşmüş, ondan
Hüseyin'in, Yezid'in halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği takdirde, bir
yere bırakılmaması ve bu amaçla zor kullanması buyruğunu almıştı. Ayrıca, eğer
bunu yapamayacaksa, ordunun komutasını derhal, buyruğu getiren Kays kabilesinden
Şimr b. Zi Cevşen'e devretmesini istiyordu Küfe valisi Ubeydullah. Belli ki,
babası Sad b. Vakkas İslam Peygamberinin sahabilerinden ve Ali'nin yakın
dostlarından olması dolayısıyla Ömer'e fazla güvenmiyordu. Ömer b.Sad, başındaki
orduyu yönlendirip Hüseyin'in tarafına geçseydi, tarihin seyri değişebilirdi.
Hemen Küfe'yi alıp, Hüseyin adına yükselteceği büyük bir Şii isyanıyla iktidara
yürüyebilirdi.
Ömer b. Sad, Rey valiliğinin elinden gideceği telaşı içerisinde, aynı günün
gecesi boyunca saldırı hazırlıkları yaptı. Fırat tarafından sararak, suyun önünü
kestiler. Hüseyin Yezid'e biat etmeyeceğini kesin bir dille söylemişti. Daha
sonra kampında bulunan yakınlarına, Yezid'in istediğinin kendisi olduğunu,
isteyen herkesin gidebileceğini içtenlikle açıklamasına rağmen, kimse onu
terketmedi. Tek başına da kalsa şehit oluncaya kadar savaşacaktı. Düşmanlar
çadırlarının önündeydi, karşılıklı konuşmalar yapılıyordu. Hüseyin'le birlikte
ailesinden 18 ve yandaşlarından 54 kişi olmak üzere savaşabilecek toplam 72 kişi
vardı. Gerisi kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu. Kampın suyu ve yiyeceği
tükenmişti.
10 Muharrem Çarşamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu
karşılıklı iki gücün vuruşması değil, bir imha savaşıydı, bir soyun kırımıydı.
Bir yanda Şam halifesi Yezid'in 5 bine yakın askerli ordusu, öbür yanda 72
savaşçı. Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş dengesizlikte ve kural tanımayan bir
çarpışmasıydı. Ortaçağ savaşlarında mertlik ve yiğitlik başkuraldı. Ama
Kerbela'da tam anlamıyla kahpelik, döneklik, satılmışlık ve acımasızlık
yaşanmış, din, ahlak ve insanlık kurallarının tamamıyla dışına çıkılmış, kişisel
hırslar, bencillik ve çıkarlar önde tutulmuştur.
Hüseyin'in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe dövüşerek düştüler.
Bazıları omuzlarına kırbaları, tulumları takıp Fırat'tan su almak için Ömer
b.Sad'ın saflarını yararak, bazıları tek başına 15-20 kişiyle birden çarpışarak
şehit oldular. Küfeli Şii askerlerin gözünü öylesine mal ganimet ve para hırsı
bürümüştü ki, bir an önce bu bir avuç Kerbela mazlumunu ezip, Desteba'daki
Daylamlılar üzerine cihad için yola çıkma acelesi içindeydiler. İslam dinini
yayma adına kutsal cihadı düşünenler, İslam Peygamberinin torununu katletmenin
inanç ve ahlaki sorumluluğunu akıllarından bile geçirmediler. Askerlerden
komutanlarına ve valisine kadar hepsinin vicdanları körelmiş, insanlıklarını
unutmuş, çıkar ve makamların tutsağı olmuşlardı. İçlerinde insanlığını anımsayan
bir tek kişi, Tamim kabilesinden Hür b. Yezid oldu. Yezid ordusunun öncü
müfrezesinin genç komutanı Hür tek başına Hüseyin'in tarafına geçti ve yiğitçe
vuruşarak şehit oldu.(*9)
Hüseyin'in üvey kardeşlerinden Abbas su kırbası omuzunda, yalın kılıç safları
yararak ırmağa ulaşan tek savaşçı olmuştu. Çadırdaki kadın ve çocukların "suuu,
su!"diye inlemeleri, son kalan savaşçı erkek olarak onu öylesini etkileyip
güçlendirmişti ki, yardığı saflardaki yüzlerce kişi engel olamamış, suya
ulaşmıştı. Kırbayı doldurup attı omuzuna ve yine daldı safların arasına.
Vuruşmaktan gücü kesilmek üzereydi. Korkularından yanına yaklaşamayan Yezid
askerlerinden birkaçı gücünün kesildiğinin farkına vararak, arkadan önden
saldırıp, iki kolunu birden omuzlarından budadılar. Kırbayı dişleriyle tutarak
çadıra yetiştirmeye çabalıyordu. Üzerine oklar yağmaya başladı. Kırbayı delip
suyu toprağa akıttılar ve Abbas'ın vücudunu delik deşik ettiler.
Buna rağmen sağ kalan tek yetişkin erkek olan Hüseyin, çadırda inleyen birbuçuk
yaşındaki oğlunu alıp kollarıyla havaya kaldırarak ona olsun acımalarını, bir
damla su vermelerini istedi. Bazı kayıtlara göre, Hüseyin çocuğunu havaya
kaldırırken, Sad İbn Vakkas'ın oğlu Ömer onu gördü. Yanında duran keskin
nişancılarından Harmele'ye "Harmele, Hüseyin'e bir cevap ver!" demesiyle, zalim
okçu Hüseyin'in herkesin görmesi için elinde yükselttiği masumun boğazına nişan
alıp bir ok gönderdi. Çocuğunu, babasının elinde şehit etti. (M. Tevfik Oytan,
Bektaşiliğin İçyüzü Cilt 1, İstanbul-1960, s.246) Askerler giderek çemberi
daraltmaya ve kadınların ve çocukların bulunduğu çadıra doğru yaklaşmaya
başlamışlardı. Hüseyin kılıç ve kalkanını alıp son gücüyle saldırdı. Birçoğunu
tepeledikten sonra aldığı 33 kılıç yarası ve 34 darbeyle onu yere yıktılar.
Kimsenin kafasını kesmeğe cesaret edemediğini gören Şimr, hemen kılıcını çekip
Hüseyinin kafasını gövdesinden ayırdı. Askerler gerek Hüseyin'in başsız bedenini
ve gerekse çadırdaki karısı, kızı, oğlu ve yakınlarının karısı çocuklarını soyup
yağmaladılar, çırılçıplak bıraktılar. Hüseyin'in kesik başını alan Şimr, hasta
olduğundan savaşa katılamayan oğlu Ali (Zeynelabidin) ve kadınlarla çocukları
çıplak develere bindirip kafile halinde Şam'da haber bekleyen Yezid'e götürdü.
Aynı Şimr'in 656'daki Sıffin savaşında Ali'nin şiası (yandaşı) olarak Muaviye'ye
karşı çarpıştığı bilinmektedir. (J.Welhausen, agy, s.114, dipnt.40)
II.II. 2. d Kerbela Olayı Üzerine Şii Görüşünün Eleştirisi
Hüseyin, Irak'a yaklaşırken Küfe'de isyanın çökertildiği, Müslim
Akil'in öldürüldüğü hakkında uyarılar almıştı. Doğrusu Şii tarihçileri, yolculuk
sırasında konaklama yerlerinden birinde (Salebiye'de) Küfe'den korkunç haberi
aldıktan sonra Hüseyin'in yanındaki yoldaşlarını toplayıp, kendilerini ölüm ve
felaketin beklediğini, onlara anlatmış olduğunu kaydetmektedir. Hüseyin, bu
noktada Medine'ye geri dönebilir, ya da kendisine yapılan Tayy kabilesinin
dağlık bölgedeki kalelerine sığınması önerisini kabul edebilirdi. Bu hareket
yollarını reddettiği gibi, Küfe'ye ve bir felakete doğru gitmekte ısrarlı olduğu
için kendisini hemen terketmelerini bildirmişti.
M. Momen, bu konularda düşüncelerini belirttikten sonra, aynı sayfalarda Kerbela
olayı ve Hüseyin'in büyük direnci, kendisini kurban edişi üzerinde çağdaş Şii
tarihçilerinden S.H. M. Jafri'nin yorumundan, bazı ayrıntılar geçmektedir. Jafri
özetle şunları söylüyor :
"Açıktır ki Hüseyin, karşılaşacağı tehlikelerin tamamıyla farkındaydı. Kafasında
İslam toplumunun bilincinde bir devrime neden olmayı planlamış ve bir stratejiye
sahip bulunuyordu. Ayrıca açık olan bir şey daha vardı; Hüseyin Hicaz'da kolay
yapabileceği bir askeri desteği örgütleme ve harekete geçirmeye çalışmadı ve ne
de mevcut herhangibir fiziksel gücü kendi çıkarı için kullanmayı denedi… Öyleyse
Hüseyin'in kafasında ne vardı? Neden hala Küfe yönünde gidiyordu? Batılı İslam
tarihçiliği, bütün dikkati Kerbela olayının hemen göze çarpan dışsal görünüşü
üzerinde toplamış ve Hüseyin'in kafasındaki çatışmayı (ihtilafı) tartışarak
içsel tarihi çözümlemeye asla uğraşmadığını göstermek doğrusu cansıkıcıdır....
Oysa bir bütün olarak Kerbela olaylarını dikkatli bir araştırma ve analiz,
Hüseyin'in başlangıçtan beri, Müslümanların dinsel bilinç ve anlayışlarında tam
bir devrim, bir ihtilal yaratmayı planladığı gerçeğini açığa çıkarır. Hüseyin'in
davranış ve eylemlerinin hepsi gösteriyor ki o, askeri güç ve kudret
aracılığıyla kazanılan bir zaferin daima geçici olduğu gerçeğinin farkındaydı.
Çünkü daha güçlü bir iktidar zaman içinde onu çökertebilir. Fakat acı çekme ve
kurban vermeyle kazanılmış yengi ebedidir ve insan bilinci üzerinde silinmez
izler bırakır…"
Gerçek Jafri'nin düşündüğünden farklıydı. Hüseyin'in Mekke ve Medine halkından
askeri bir örgütlenme yaratmasını sağlayacak somut koşullar yoktu. Yezid'in
valilerinin ağır baskıları ve mensup olduğu Haşimi kabilesinin de siyasetten
uzak durmaları için verilen paralarla ekonomik rahatlığa kavuşmuş olması, önemli
bir engeldi. Ayrıca Hüseyin'in aristokrat tavrı da, bu kentlerdeki köleler ve
yabancı (mevali) azatlılarla, yani emeğiyle geçinen aşağı sınıflarla ilişki
kurmasına engel oluyordu. Ya da yönetimin baskısından bu ilişkiyi kuramamıştı.
Oysa Ali'nin, Ehlibeytin gerçek destekleyicileri ve kendi ailesini
kutsallaştıran, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyecek olanlar asıl toplumun
bu kesimleriydi. Hepsi de, amansız koğuşturmalar yüzünden yeraltına inmiş olan
Sabai örgütlenmelerine bağlıydılar. Daha sonraki yıllar üvey kardeşi Muhammed
Hanefi bunu başaracaktı. Hüseyin ise siyasetini, Hicaz dışındaki kabile
başkanlarını kutsal aile ayrıcalığıyla kendisine çekmeye bağlamıştı. Bir de,
daha önce sözünü ettiğimiz İran'a, İslam İmparatorluğunun sınır boylarına
ulaşmak gibi bir hedefi olabilirdi…
Jafri yorumunu tam bir idealist diyalektik içinde sürdürmektedir:
"Eylem ve karşı eylem (action and reaction) arasındaki mücadele ve çatışmanın
doğal gelişimi şimdi gündemdeydi. Yani, Muhammed'in ilerici İslamcı eylemi
(progressive İslamic action), İslamöncesi putperestlik pratiğinin düşünme
yöntemleri içerisinde Arap tutuculuğunu bastırdı. Fakat otuz yıldan daha az bir
zaman içinde bu Arap tutuculuğu, Muhammed'in aksiyonunu bir kere daha
değiştirmek ve bozmak için, güçlü bir reaksiyon (karşı eylem) başlatmıştı.
Yezid'in karakterinde tam iktidar oldu. İslam şimdi, Hüseyin'in düşüncesinde,
eski Arap reaksiyonuna karşı Muhammed'in aksiyonunu (eylemini) yeniden etkin
kılmanın korkunç gereksinimi içindeydi ve bunun için tam anlamıyla bir
sarsıntıya muhtaçtı…Hüseyin'in, İslama ilişkin ilkelere açıkça reaksiyon
gösteren Yezid'i kabul etmesi, Muaviye ile Hasan'ın durumunda olduğu gibi sadece
politik bir düzenleme anlamına gelmeyecekti, aynı zamanda Yezid'in karakteri ve
yaşam yolunu onaylamak olacaktı…Hüseyin, sadece silahlı gücün İslam eylemini ve
bilincini kurtaramayacağını anladı. Ona göre büyük bir sarsıntıya, kalpleri ve
duyguları sarsmaya gereksinim vardı. Bunun, sadece acıçekme ve kendini kurban
verme sayesinde başarılacağına karar verdi. Bunu anlamak, özellikle Sokrates ve
Joan of Arc (Jean d'Arc) gibi idealleri için ölümü kucaklayanların kahramanca
eylemleri ve fedakarlıklarını iyi değerlendirenler için anlamak zor
olmayacaktır. Bunların hepsinin üstünde, insanlığın kurtuluşu için İsa'nın
kendini feda etmesi örneği vardır…" (M.Momen, agy, s. 31-32)
Elbette onuru, düşünce ve inançları ve büyük idealler için canını vermiş
kişilerden insanlık çok şey öğrenmiş, onlar çağlar boyu kendilerinden sonra
gelenler için, erdem, yiğitlik, korkusuzluk ve haksızlığa direnme örnekleri
oluşturmuşlardır. Hüseyin de bu örneklerden biridir. Hüseyin'in büyüklüğü,
Yezid'in haksızlık ve zalimliğine boyun eğmemek için, bir avuç yandaşıyla 4-5
bin kişilik silahlı çıkarcı güce Kerbela çölünde ölümüne direnmesiydi. Jafri'nin
yazdığı gibi, Hüseyin ailesini yanına almış, çeşitli uyarılara rağmen "kalplerde
ve duygularda büyük sarsıntı yaratmak ve İslam İmparatorluğunu sarsmak için"
Mekke'den kefene dolanıp çıkmamıştı. Ölüme değil, kurtuluşa ve - doğrudur -
"Muhammed'in aksiyonunu" yeniden yükseltmek için, onun gibi mücadele vermeye
gidiyordu.
Jafri'de inanç duyguları iyice ağır basmış olmalı ki, sonraki satırlarda
Hüseyin'in, babasının kuzenlerinden İbn Abbas'ın, ailesi ve çocuklarını
götürmemesi yönündeki uyarılarını tutmayışını şöyle açıklıyor :
"Karşı güçlerin vahşi doğasının genişlemekte olduğunun farkına varan Hüseyin,
kendisini öldürdükten sonra Umeyyeoğulları'nın (Emevi yönetiminin) kadınları ve
çocuklarını esir alıp, Kufe'den (Neredeyse Akr köyüne yakın Kerbela'dan, demesi
kalmış. İ.K) Damascus'a (Şam'a) götüreceğini biliyordu. Muhammed'in esir edilmiş
ailesini götürecek bu kervan Hüseyin'in mesajını halka iletecek, reklamını
yapacak ve Müslümanların kalplerini bu trajedi üzerinde düşündürmeye
zorlayacaktı." (agy, s.32)
Tarihsel sonuçları bilen çağdaş Şii yazarın, Hüseyin'in de kendi başına
gelecekleri aynısıyla bilerek Mekke'den ayrıldığını sanki gerçekmiş gibi ileri
sürmesi onu yüceltmiyor. Tersine küçük düşürüyor, başlarda anlattığı, bazı
nedenlere dayandırıp bir sonuca vardıran diyalektiği de ortadan kaldırıyor. Bu
anlayış, Hüseyin'in kendi alınyazısını bildiği ve buna engel olabilecek her
türlü yardım ve kurtuluş önerilerini reddettiğine inanan Şiilerin (ve gelenekçi
Alevilerin) anlayışıdır. Onlara göre Muhammed, torunu Hasan'ın ağzından,
Hüseyin'in ise boynundan öper ve ağlarmış. Sorulduğunda, Hasan'ı ağzından zehir
içirerek, Hüseyn'i boynunu keserek şehit edeceklerini söylermiş. Dahası
Kerbela'da melekler ve cinler ordularını çekip, Hüseyin'e yardıma gelmişler, ama
o kabul etmemiş. Örneğin, yukarıda dipnotta bazı kıtalarını verdiğimiz
Hatayi'nin Kerbela şiirinde şu dizeleri görebiliyoruz:
"İmdadına geldi cafer-i cinni
Başında var idi yüzbin ecinni
Emreyle Hüseyin koymayak cannı
Ne yaman kastetti kafir murani
…
Emredin adem donuna girelim
Görünerek karşısına duralım
Anlar bize biz anlara vuralım
Yolunda dökelim bir damla kanı"
Hüseyin'in İsa'ya benzetilerek, dünya insanlığının kurtuluşu için kendisini ve
ailesini kurban ettiği yargısı da fazlaca idealist bir yaklaşımın ürünüdür. İsa
Peygamber de çarmıhta ölüme insanlığı kurtarmak amacıyla, isteyerek gitmemiştir.
Ancak her ikisinin de hak bildikleri, doğruluğuna inandıkları yaşam biçimini
oluşturan inancı sürüdürememektense ölmeyi yeğledikleri gerçektir. İsa'nın
direnci, çarmıhtaki dayanılmaz büyük ızdırabıdır. Hüseyin ise en yakınlarının,
gözleri önünde tek tek hunharca şehit edilmelerinin verdiği büyük manevi acıyla
dolu olarak, son nefesine kadar vuruşarak direnmiştir.
II.II. 2. e İmam Hüseyin Ağlama ve Dövünme Duvarı Değil,
Zalimlerin Zulmüne Karşı Ölümüne Direnmenin Simgesidir
Hüseyin'in Kerbela'ya kadar yolcuğunu uzatması, ailesini ve
kendisini ölüme götürmek için değil, tersine kurtuluş umudunu yakalaması içindi.
Bu umut Hicaz ve Irak topraklarından uzaklaşmaya bağlıydı. Hüseyin'in bu yolla
kurtuluşu, Emevi yönetimi altında ezilen, her türlü maddi ve manevi baskıyla
sömürülen halkların da zamana yayılı (belirli bir zaman içinde) kurtuluşu
olabilirdi. Yoksa Hüseyin, Tamimli Hür b. Yezid'in başında bulunduğu öncü
kuvvetlere saldırsaydı yine aynı felaket yaşanacaktı. Küfeli askeri birliğin
başındaki Ömer b.Sad'la, dolayısıyla Küfe valisi Ubeydullah ve Emevi Halifesi
Yezid b. Muaviye ile görüşmelerin tam sekiz gün sürmesi, kurtuluş için
Hüseyin'in bir çeşit gönüllü sürgünde ısrar etmesinden olmalıdır. Ancak yönetim
onun gizli niyetlerinden kuşkulandığı için Kerbela'dan uzaklaşmasına izin
vermemiş ve "Yezid'e biatı" dayatmıştır. Oysa Hüseyin, hangi görünümde
gerekçeler gösterilirse gösterilsin, bunun nasıl bir gurursuz ve aşağılanmış bir
tutsak yaşam olduğunu biliyordu. Kardeşi Hasan'ın, halifeliğini kabul ederek
Muaviye ile yaptığı anlaşmayla yaşadığı 19 yıllık Medine esaretine, kesinlikle
bir daha geri dönemezdi. Manevi ölümü değil, direnerek ölümü, nesnel yokoluşu
tercih etti. İnsanın, toplum yararına yarattığı düşünce, inanç ve haklı dava
uğruna ölümü, onun manevi olarak sonsuza kadar yaşamasını getirmiştir. Hüseyin,
zalimlerin zulmüne ve haksızlığa karşı ölümüne direncin simgesi olarak hep
yaşamış, bayraklaşmıştır. Onun yaşaması, Kerbela kırımıyla birlikte ortodoks
İslam olarak tarihte yerini almış olan Şiiliğin, bu kırımı her Muharrem ayında
"Kerbela Tragediası" gibi sunuşuyla, Şiilerin karalara bürünüp, zincirler ve
kesici aletlerle vücutlarına acı verme törenleriyle olmamıştır. Hüseyin,
ağlama-sızlama ve dövünmeyle simgelenen bir cansız duvar değildir. O,
mücadelede, sabır ve direnişte hep yeniden can bulmuştur. Hüseyin'in tam 14
yüzyıldır yaşaması, onun öcünü almak adına ilk isyan ateşini yakarak, onun
direnişi ve haksızlığa başkaldırısını kendilerine bayrak yapan, 684'lerde
Sabai-Kaysani'lerle başlayıp, 15. ve 16. yüzyıllardaki Kızılbaş direnişlerine
kadar süren yüzü aşkın ihtilalci Alevi hareketleriyle gerçekleşmiştir.
Emevi yönetimleriyle yaptıkları işbirliğine ek olarak Abbasi yönetimine de büyük
vezirler ve valiler vermiş olan Ortodoks Şiiliğin ve Şiilerin Ali evladına,
Ehlibeyte sevgisi ve bağlılığı hiçbir zaman Alevilerinki gibi olmamıştır.
Şiilerin çağlar boyu sürdürdükleri, Muharrem ayında Kerbela Şehitlerine ağlama,
yas tutma ve dövünmeler, (Küfeli) Şiilerin Hüseyin'e ihanetlerini ve Yezid
ordusuna katılıp ona silah çekme günahlarını bağışlatmak içindir. Deyim
yerindeyse, bu törenler, tövbe etme ve Hüseyin'den af dileme törenleridir;
Küfeli ihanetçi Şiilerin Hüseyin'i şehit ettikten sonra kurdukları Tavvabin
(Tövbeciler, tövbe edenler) geleneğinin sürdürülmesidir. Aşağıda genişçe
anlatacağımız gibi, bu kişileri harekete geçirmiş olan
suçluluk duygusuydu. Emevi yönetimine başkaldırarak sürdürdükleri
mücadeleyi Kerbela'da Hüseyin'in tarafına geçerek sürdürselerdi, tarihin seyri
değişebilirdi.
II.II. 3. Küfede Tavvabin (Tövbe edenler) Örgütlenmesi
ve Suçluluğun Bedelini Ödeme Çabaları
Hüseyin'in ölümünden kısa bir süre sonra, ihanetlerinin korkunç
sonuçları karşısında Küfelilerin vicdanları rahatsız oldu. Tanrının yaptıkları
bu ihaneti bağışlaması için, "Tövbe Edenler" örgütünü kurarak, Hüseyin'in öcünü
almaya ve kendilerini bu uğurda feda etmeye andiçtiler. Yaşları altmışın altında
olmayan kişilerden oluşan bu örgüt 100 kişiyle kurulmuştu. Başlarında Huzaa
kabilesine mensup, Peygamberin eski sahabilerinden Süleyman b. Surad
bulunuyordu. Bu kişi daha önce de Hüseyin'i Küfe'ye çağıran Şiilerin başındaydı.
Bunun yanısıra Tavvabun veya Tavvabin (Tövbe edenler) adı verilen bu Şii
örgütünün oluşturduğu birliğin başında Fezare, Ezd, Bekr ve Becile
kabilelerinden dört başkan daha vardı. Yezid'in ölümüne kadar gizli kalan örgüt,
Süleyman'ın toplantılarda sık sık yaptığı aşağıdaki konuşmayla, giderek
genişliyordu:
"Altından buzağı yapıp ona taptıktan sonra eski İsraillilerin yaptığı şeyi siz
de yapın! Musa onlara 'büyük günaha girdiniz, şimdi bu günahı ölümle silin'
dediğinde onlar, ancak bu suretle suçlarından kurtulacaklarını anladıkları için,
boyunlarını bıçağa uzatmışlardı. Şu halde siz de öyle yapın. Kendinizi ölüme
adayın, kılıçlarınızı ve mızraklarınızı bileyin; kendinize savaş araçları ve at
hazırlayın! Allahın yanında af aramanın yegane çaresi, sonunda mahvolsak bile
kendimizi mücadeleye atmaktır. Ölülerin durumu, işlediğimiz suç yüzünden işkence
gören biz yaşayanlardan daha iyidir."
Hepsi tam anlamıyla örgütün üyesi olmamakla birlikte, söylentiye göre 16 000
kişi savaşmak üzere yola çıkma sözü vermişlerdi. Ayrıca Medain ve Basra
kentleriyle de ilişki kurulmuş bulunuyordu. (J.Wellhausen, agy, s.116-118)
Amaç Hüseyin'in öcünü almaktı. Gerek İslam İmparatorluğunda ve gerekse Küfe'deki
siyasi değişiklikler dolayısıyla harekete geçme zamanı gelmişti. İlk hedefin,
önce Küfe'yi ele geçirmek ve Ubeydullah'a boyun eğip, Ömer b. Sad'ın ordusuna
katkıda bulunarak, Hüseyin'in katli suçuna ortak olan eşrafın kovulması
isteniyordu. Süleyman ise buna karşı çıkmış ve asıl hedefe, yani Emevi
yönetimine ve şimdi yeni Halife Mervan adına Elcezire bölgesinde savaş durumunda
bulunan Ubeydullah b. Ziyad'a karşı onları yönlendirmişti. Böylelikle diğer
kentlerdeki Şiilerle birlikte Küfe eşrafının da desteğini alacaklarını umuyordu.
15 Kasım 684'de, İbn Ziyad'a karşı savaşmak üzere Küfe yakınlarında Nuhayle'de
toplanma kararı alındı.
Toplanma gününde 16 bine karşı, ancak 4000 kişi biraraya geldi. Birkaç gün
sonra, her kabileden Araplar ve bazı Kurra (Kuran okuyanlar) ehlinden oluşan
atlı ve iyi donatılmış bu Tavvabin birliği Kerbela'ya vardığında aralarında
yabancı köleler ve azatlılar, yani mevali yoktu. Birlik tamamıyla Ortodoks
Şiilerden oluşturulmuştu. Kerbela'da Hüseyin'in mezarının çevresinde bir gün
boyunca geceli gündüzlü ağlayıp sızlayarak, hem kendisine karşı suçlu
olduklarını itiraf ettiler, hem de öç almaya and içtiler. 19-20 Kasım 684, ilk
Kerbela şehitlerini anma ve ilk matem törenlerinin yapıldığı tarih olmalıdır.
Buradaki kalabalığın, aynı dönemde Hacı olmak için Kabe'yi tavaf edenlerden çok
daha fazla olduğu bildirilmektedir. Buna dayanarak, J.Wellhausen'in Kerbela
Şehitleri kültünü İranlıların değil Küfeli Tövbecilerin (Tavvabin)
yarattıklarını söylemesi bizce de doğrudur. (agy, s.119)
Süleyman'ın başında bulunduğu Tavvabin Şii ordusu, Fırat kıyısı boyunca hareket
ederek Karkısiye'ye, oradan da Habur ırmağı üzerinden Resulayn'de karargah
kurdu. Burada dinlenme halindeyken, Ubeydullah'ın 30 bin kişilik beş Suriye
birliğinden ikisinin 4 Ocak 685'te ansızın saldırmasıyla kuşatılıp darmadağın
edildi. Yiğitçe çarpışan Tövbecilerin büyük bir kısmı öldürüldü. Sağ kalanlar
geri çekilirken, zamanında kendilerine katılamayan Medain ve Basralı Şiilerle
karşılaştılar. Ama artık iş işten geçmişti. Toparlanıp savaşı sürdüremediler.
Bu kişileri harekete geçirmiş olan sadece suçluluk duygusuydu. Bu çabayı
Kerbela'da Hüseyin'in tarafına geçerek sürdürselerdi, kuşkusuz tarihin seyri
değişecekti. Artık yapıp yapacakları tek şey gözyaşı dökmekti. Böylece, büyük
yas içinde karşılıklı ağlaşıp dağıldılar. Bu uğurda ölenler ise ihanet
suçluluğunun bedelini bir ölçüde ödemiş oldular.
.................
(*8)Emevilerin bu siyasetlerini fethettikleri, yayıldıkları ülkelerin en küçük
birimlerine kadar götürdüklerini, 10.yy. Arap gezgini İbn Fadlan'dan
öğreniyoruz: "Kharizm ülkesinde Ardakuva adında bir köy var. Burada oturanlara
Kardaliya denilmektedir. Dilleri tıpkı kurbağa viyaklamasına benzemekte. Her
namazın sonunda inananların emiri Ali bin Abi Talib'e lanet etmektedirler." (İbn
Fadlan, Voyage Chez Les Bulgares de la Volga (Volga Bulgarları Arasında Gezi)
Paris-1983, Fransızcaya Çeviren Marius Canard, s.14)
(*9)Alevi Görgü Cemleri sonunda, Hüseyin'i ve Kerbela şehitlerini anlatan
nefesler (Mersiye) okunup "onların aşkına" su içilerek Yezid'e lanet (teberra)
ve Hüseyin'e rahmet ve sevgi (tevella) gösterisinde bulunulur. Cem Birleme adı
verilen bu törenlerde Kerbela olayı anlatılır. Tamimli Hür b.Yezid, isim
benzerliğinden dolayı genellikle Emevi halifesi Yezid'in oğlu olarak bilinir.
Babasına karşı çıkmış, onu lanetlemiş ve Hüseyin'e geçmiş bir oğul olarak adı
Kerbela şehitleri arasında saygıyla anılır. Acaba büyük Alevi ozanı ve Kızılbaş
Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail Hatayi de bu yanlışı bilerek mi yapmıştır?
O da, kırkaltı dörtlük içinde anlattığı Kerbela olayında birçok dörtlükte Hür'ü
övmekte ve Yezid'in oğlu olarak tanımlamaktadır. Olasıdır ki o bu yanlışı
kasıtlı yapmıştır. Yezid diye nitelendirilen Osmanlı Padişahının, yani Kızılbaş
düşmanının oğlu da babasına lanet edebilir bilincini yayacak bir propaganda
sezilebilir özünde:
...
Ol Yezid'in bir evladı var idi
Gayetden pehlivan ismi Har(?) idi
Her ma'nada imamları görürdü
Kimseler de irşat etmezdi anı
…
Babası oğlana gayet kakıdı
Oğlan babasına lanet okudu
Oğlanın ervahı ezelden pak idi
Hidayet erişti buldu imanı
…
Sığındı Sübhana oğlan bindi ata
Çok ok uçurdular ermedi hata
Kerbela çölünde erişti zata
Öptü secd'eyledi tuttu demanı
…
Eğildi destini bir bus eyledi
Atasının ettiğini söyledi
İsmi Hır idi değişti
Hür oldu Gayetten sevdiler ol pehlivanı
-------------------
II. I. 2 Abdullah İbn Saba ve Sabailer
Alevilerin gerçek İslami atalarının Sabailer olduğu gerçeğini
vurgulayarak konuya girmek istiyoruz. Taraftarlık deniyorsa, taraftarız.
Haksızların zalimlerin karşısında; ezilen halkların, zulüm gören toplumların
yanındayız ve gücümüz çerçevesinde onların mücadelelerini yazıyoruz. İşte bu
bağlamda Abdullah İbn Saba, İmparatorluğa dönüşmekte olan İslam devletinin
yayılmacı, talancı-sömürücü ve baskıcı oligarhlar yönetimine karşı halkı
ayaklandıran ilk toplumsal alevi önderi olma onurunu taşır. Sünni ve Şii İslam
tarihçi yazarları ve idealist burjuva tarihçileri, ya onun
inançsızlığı-sapkınlığı ve İslama ilk bölücülüğü soktuğunu ballandırarak anlatır
ya da yaşamadığını yazarlar.(*2)
Halife Osman'ı övmekle bitiremiyen ve üzerine toz kondurmayan Hintli islam
tarihçisi Prof. K. Ali bile, onun politik önderliğini ve halkı Osman'a karşı
onun kışkırttığını yazmak zorunluğunu duymuştur:
"Çıkarı için müslüman olmuş (Ne türden çıkar için? Herhangibir açıklama yoktur.
İ.K.) Yemenli bir yahudi olan Abdullah İbn Saba, Osman'a karşı kışkırtma
olaylarında önderlik rolünü üstlendi. Başarıyla eylem tohumlarını ektiği Basra,
Küfe ve Suriye'den sürgün edilince, Mısır'a gitti. Orada da Osman'ın aleyhinde
vaızlar vermeye başladı. Onun konuşmalarıyla çokları etkilendi ve böylece
isyancıların gücü giderek arttı. Zaten birçok birçok milliyetler kılıçla boyun
eğmişler ve sonuç olarak müslümanlığı zorla kabul etmişlerdi. Ve hala
müslümanlara karşı kesin kin ve nefret besliyorlardı. Karışıklığı fırsat
bilerek, şimdi onlar da isyancıların yanında yer almıştı."(Prof. K. Ali, M.A.,
agy, s.118)
İbn Saba'nın yaşamı hakkında kesin ve doyurucu bilgi yoktur. Yaşadığı çağdan
beri onun eylem ve inançlarına karşı olan yazar, siyasetçi ve tarihçiler
tarafından çoğu aleyhte yazılmış bilgiler günümüze gelmiştir. Herşeyden önce,
Ali partisinin (Şia) kurucularından, ama asıl en büyük propagandacısı olarak
tanınır. Ayrıca İbn Saba'dan başka İbn al-Sawda, İbn Wahb, İbn Harb gibi adlarla
anılmasından bile, bize göre nominal evidence (isimsel kanıt) olarak, kişiliği
üzerinde yorumlar yapmak olasıdır. İbn Saba, yani "Saba Oğlu" namıyla,
Ethiopia'nın, tarihsel Saba Melikesi Belkıs ilişkisiyle Süleyman Peygamber'e
ulaşan, çok eski yahudi (Falaşlar) yerleşmelerinden Saba kökenli (Yemenli)
olduğu anlaşılıyor. İbn al-Sawda, yani "Sevda Oğlu" unvanıyla, taparcasına
sevdiği, sevdalandığı Ali sevgisinin yandaşı ve yayıcısıdır. İbn Wahb, yani
"veren, ihsan eden, dağıtan, bağış sunan kişi" anlamı çerçevesinde 'Vahab Oğlu"
adıyla, halkın arasında herkese yardımcı, cömert ve zalimden alıp mazlumlara
dağıtan sevilen bir halk önderidir. Ayrıca onun yiğitliği, korkusuzluğu,
dövüşmesini iyi bildiği ve savaşçılığını vurguladığını düşündüğümüz İbn Harb,
yani "Savaş Oğlu" adı da o derece dikkat çekici değil midir?
Abdullah ibn Saba'nın kışkırtıcılığı ve sapkınlığı(!) üzerine, özellikle
al-Tabari'den (9.yüzyılın sonları 10.yüzyılın başları) sonra Sünni tarihçiler
tarafından çok çeşitli tanımlamalar yapıldı. Bunlardan al-Makrizi'nin (Khitat
II, 334) "İbn Saba olayı, Muhamme'in sahabileri arasında mükemmel uyumdaki ilk
bozulmadır" demesi, onun sahabilerden, yani Peygamberin yakın arkadaşlarından
olduğunu belirliyor. Bazıları kabul etmese de Peygamberin zamanında Musevilikten
İslamiyete geçmiş ve onun yakınlarından olacak kadar beceri ve yeteneklidir.
(İbn Saba hakkında çeşitli görüşler için bkz. M.G. S. Hodgson, The Encyclopaedia
of Islam, Vol II. Leiden, E.J. DRILL, 1986, s. 51) Ayrıca Ali'yi tapacak kadar
sevmesi, onun sayesinde müslüman olduğu ve onun üstün bilgi ve erdemleriyle bu
dini öğrendiğinin kanıtıdır.
İbn Saba'nın kendisine verilmiş unvanlardan da ortaya çıkan karakteri, onun yeni
bir öğreti ve eylemlerdeki önderliğinin temellerini fazla bilinmeyen geçmişinde
aramak gerektiğine işaret edebilir. Ona, İslamda ilk ayrılık tohumlarını atan,
birliği bozan fesatçı "Yahudi dönmesi" gözüyle bakarak küfretmek, inanç-düşünce
ve eylemlerini aşağılamaz ve küçültemez. Bu Peygamberin amcası oğlu, damadı ve
aynı zamanda varisi olarak onun soyunu sürdüren Ali'nin kendisine küfürdür.
Çünkü İbn Saba tam tersine, yukarıda örneklemelerle açıklanmaya çalışılmış olan
sosyo-ekonomik değişimlerle yaratılan toplumsal eşitsizliği, özel mülkiyet hırsı
içindeki çıkar grupları ve geniş toprak sahiplerinin oluşturduğu sınıflarla
bozulmuş toplumsal birliği, İslam'ın temellerinin sağlamlaştırılmaya çalışıldığı
Muhammed'in Medine döneminde (Alevilikte Musahiplik kurumunun somut başlangıcı
olan) Muhacir-Ensar (şimdi Arap-Mevali) Kardeşlik Akdi temelindeki "Ortak
kazanıp ortaklaşa yeme ve herşeyin eşit üleşimi ilkesi" içinde yaşamayı yeniden
sağlamak için mücadeleye atılmıştır. Öyle sanıyoruz ki, bazılarını yukarıda
vermiş olduğumuz Ali Divanı'ndan şu sözler, Abdullah İbn Saba'ya ışık ve yol
gösterici olmuştur. Büyük olasılıkla Ali bu sözleri, Ömer ile Osman'ın halifelik
dönemlerinde (634-656) söylemiştir:
''Malı yalnızca kendin için kazanılmış olarak düşünme… Allah'tan kork ve malını
paylaş. Ey çoğun çoğunu isteyen şaşkın, bunca malı toplamaktan amacın nedir? Çok
malı olanın ömrü mü uzuyor? Utançtır insana, evinde serilip yatarken komşusunun
üstsüz başsız, bükülerek açlıktan yatması. Utançtır yoksulu ezmek, ona
zulmetmek… Nasıl bir hastalıktır, sen evinde tok yatarsın etrafında deriyi
kemirmeye hasret duyan yürekler varken. Benim evim, gelen herkesin kendi
ortamıdır, kilerimiz yiyecek alana açıktır. Bütün varımızı sunarız, sadece ekmek
ve sirke olsa da. Çok kimse çalışıp çabaladığı halde zenginliğe ulaşamazken, bir
diğeri hiç emek harcamadan zengin oldu. Ve mal üstüne mal topladılar. (Oysa)
kişiyi ev barındırır, hırkası üstünü, ayıbını örter; ölmeyecek, yani ihtiyacı
kadar yemek yetmez mi insana?"
Görülüyor ki, Abdullah İbn Saba'nın, Arap ve zorla müslüman olmuş halkları
(mevali) ardına alıp Mısır'dan Medine'ye uzun yürüyüşünün teorik temeli Ali'nin
bu görüşlerinde yatmaktadır. Yukarıda örneklediğimiz Abu Zar Gaffari'nin görüş
ve eylemlerinin temelinde de kuşkusuz bunlar yatıyordu. Osman'ının halifeliğinin
başından itibaren, Ali'nin Şiası (Partisi), ondan pasifist siyaseti bırakmasını
istemişlerdir. Çünkü Ömer'in izlediği yayılmacı fetihçi siyaset nedeniyle,
çevrelerindeki "üstsüz başsız, açlıktan bükülüp yatan yoksula zulmederek, mal
üstüne mal yığmış olan" (burjuva tarihçilerinin hangi nedenlerle ve nasıl
demokratik seçim yapan bir meclis gibi gösterdiklerini bir türlü
anlayamadığımız) kabile şefleri ve olygarkhoslardan oluşan Hakemler Kurulu doğal
olarak Osman'ı seçmişti. Muhammed zamanında uygulanan ve Kur'anın birçok
ayetlerinde vurgulanan eşitlik ve paylaşım ilkeleri çoktan unutulmuş, "Cihad,
talan, Ganimet" gibi çıkarlarına uygun gelenler ise harfiyen uygulanıyordu.
Ali'nin Osman'ın halife seçilmesi üzerine ona söylediği şu sözler, aktif
siyasete başlamayı karar verdiğini gösteriyor:
"353. Eğer hakemlerin atamasıyla bu (halifelik) görevi devraldım diyorsan, senin
hakemlerini atayan (Ömer) nerede?
"354. Peygambere yakınlığını öne sürüp, bunu hakettiğini söylüyorsan hasımlarına
karşı, ona senden daha yakın ve evla (öncelikli) olan da var." (agy) Burada
Ali'nin "öncelikli" diye sözettiği, elbette ki kendisidir. Bunlara daha ağır
sözler ekleyerek açık açık ısrarını sürdürüyor:
"1756. Görevi devralacak bir şeref sahibi olacaksa, onun en yakını benim. O
(Muhammed), ilmiyle büyüttü beni ve onun ilminin bilgini oldum.
"1765. Ey bu hakka sahiplerin hakkına tecavüz etmek isteyen, sen ne kadar da
cahil ve aptalsın!" (agy)
Elbette ki, ne aptal ne de cahildi Osman. Özçıkarcı bezirganlığını, kabilesi ve
yakınlarına çıkar alanlarını peşkeş çekerek, Muhammed'in "Medine İslamı" diye
birşey bırakmadı; İslami toplumsal eşitliği ve birliğini parçalayarak; Kuran'da
yaptığı ekleme-çıkarma değişiklikleriyle kutsal kitabı iktidar ve kendi
soyçıkarları için araç gibi kullanarak; dinin kurucusuna da dine de en büyük
kötülüğü yaptı.3 Ali bu kötülüklerin geç farkına vardı. Gecikmeyle birlikte,
kişisel ahlak ve erdemin herşey olduğu yanılgısına da düştü. İşte Abdullah İbn
Saba bu gecikmeyi kendi öz yöntemleriyle, Sabaili'lik öğretisiyle unutturdu ve
son hızla öncelleştirdi.
Abdullah İbn Saba ile Abu Zar Gaffari aynı siyasi amacın militanlarıydı.
Amaçları Ali Şiasını (partisini) iktidara getirme ve ilk dönem Medine
İslamlığı'nın 'eşitlikçi, üleşimci' sınıfsız toplumuna geri dönmekti. Ancak her
ikisinin de hitap ettikleri toplumsal kesimler farklı olduğu gibi yöntemleri de
farklıydı. İslam Peygamberinin "ben bilimin şehriyim, Ali kapısıdır: Ena
Medinet-ül İlmi Aliy-ün babuha" diye nitelendirdiği Ali İbn Abu Talib, "ben
zamanın bilginiyim"derken kendini övmüş olmuyor, gerçeği söylüyordu 4
Ali Divanı'ndan kullandığımız alıntıların nasıl diyalektik materyalist yorumlara
açık olduğu ortadadır. Ali'nin bu şiirsel siyasi ve felsefi söylemlerine
yansıyan görüşlerini temel alan Abu Zer Gaffari, kısacası başta halife Osman
olmak üzere tüm yöneticilere; kabile başkanları, yeni oluşmuş büyük toprak
sahipleri ve askeri oligarşiye sesleniyordu. O, "herkes zorunlu ihtiyaçları
(için en azını ayırdıktan sonra) ötesindeki varlığı ve gelirlerinin tümünü,
sadaka olarak Tanrının hizmetinde harcamalıdır" derken, ayetlerden örnekler
okuyarak, onları Kuran'a uymaya; Allah'la ve cehennem ateşiyle korkutmaya
çalışarak ilk Medine İslamlığına geri çağırıyordu. Diğer yandan Malik el Eşter,
Saad İbn Vakkas, Ebu Mus'el Eşar gibi Kurra ehli (Kuranı ilk okuyanlar) Ali
partisinin militanlarındandı. Halife Osman Abu Zer Gaffari'yi, şehirden şehire
sürgün ederek öldürttü.
Buna karşılık Abdullah İbn Saba farklı bir toplumsal düzlemde hareket ediyor ve
halkı ayaklandırıyor, sık sık olaylar çıkartıyor, ama, yönetim tarafından
cezalandırılmak şöyle dursun yakalanamıyordu bile. Basra'da görülüyor, Küfe'de
çıkardığı olayların arkasından, Suriye'den sesi geliyordu. İmparatorluğun
çeşitli bölümlerinde Osman'a karşı her kışkırtma ve başkaldırı hareketinde onun
parmağı vardı.
Bu sırada Mısır valisi, Osman'ın mali ve yayılmacı siyasetinin baş şampiyonu ve
has komutanlarından Abdullah b. Sa'd'ın kışkırtmalarını bastırmak ve Halifeyi
desteklemek için, yerine bir adamını koyarak Mısır'dan ayrılmıştı. 645-646
yılından beri Mısır ve Kuzey Afrika halkları üzerinde Amr İbn-ül As'la birlikte
zulüm ve baskı uygulayan bu vali ayrılır ayrılmaz, Mısır'daki muhalif isyancı
grupların başında bulunan Muhammed b. Hudhayfa, İbn Saba'nın etkili
propagandasıyla eyalet yönetimini ele geçirdi. Sa'd'ın vekili Al-Sahib b.Hişam
Mısır'dan kovdu. (EI, Vol.II, Leiden-E.J.Brill,1986, s.51)
Abdullah İbn Saba, böylece Mısır'da tam başarıya ulaşıyor ve isyancıların
başında uzun bir yürüyüşten sonra, Medine'ye giriyor ve Halife'nin evi kuşatma
altına alınıyor. Önce, hakkını gasbetmiş rakibini korumak için oğullarını
gönderecek kadar erdemlilik gösteren Ali'nin önerisiyle valilerin değiştirilmesi
isteniyor. Tarihçiler burada ağızbirliği etmişlercesine; "dindar, yumuşak huylu
ve biraz zayıf karakterli" olarak nitelendirdikleri Halife Osman'ı temize
çıkarmak için, akrabası ve baş danışmanı Mervan'ın vali atama yazılı buyruğunu
değiştirerek gönderdiğini yazmaktadırlar. Zaten diğer eyaletlerden gelen
isyancılar da Medine sokaklarını doldurmuş ufak bir kıvılcım bekliyordu. Onların
dertleri, valilerin değişimi gibi geçici bir çözüm değildi; halkın çoğunluğunun
yararına bir yönetim ve birkaç büyük toprak sahibi ve askeri oligarhların
ellerindeki büyük varlık birikiminin eşit paylaşımını istiyorlardı. Böyle
olunca, başa geçirmek istedikleri pasifist (barışcıl) Ali'nin de aracılığıyla
isyancıları ikna ederek zaman kazanmak varken, Mervan'ın Halife'nin vali atama
yazısını "bu mektubu getiren kişiyi öldürün" biçiminde değiştirmesi akla uygun
bir siyaset değil. Muaviye'nin Medine'deki ayağı, onun kadar muhteris ve kurnaz
olan Mervan'ın bunu yapacağını biz sanmıyoruz.5
Ali'nin aracılığıyla isyancılarla yönetim arasında valileri değiştirme yönündeki
uzlaşma gereğince, yeni atanan valilerin birer heyetle yola çıktıklarını
görüyoruz.
"Basra, Küfe ve Mısır gibi farklı yönlerde giden ve Halife'nin mektubunu götüren
bu heyetlerin aynı gün aynı saatte başkent Medine'ye dönmeleri fiziksel olarak
olanaksızdır. Olasılıkla bu sahte mektubu onlar uydurmuş ve ve Medine halkını
gafil avlamayı planlamışlardı. Halife böyle bir mektuptan tamamıyla habersizdi.
Bunu çok ciddi bir yeminle bildirdi fakat ona inanmadılar."
A Study of Islamic History (İslam Tarihi Araştırması) isimli kitabında Prof. K.
Ali'nin bu açıklamalarına (s.120) farklı nedenlerden katılıyoruz.
Hintli Prof. H. Ali, Halife Osman'ı masum, yönetimini adil kabul ettiği için,
başkaldıran halka düşman gözüyle bakmakta ve olayı bu gözle yorumlamaktadır.
Yukarıda ve dipnotta açıkladığımız nedenlerden ötürü Osman'ın vali atama
buyruğunu değiştiren Mervan değil, Prof. H. Ali'nin de işaret ettiği gibi
ayaklanmayı yönetenlerdi. Bu değişikliğin, yani "oraya varır varmaz buyruğu
getiren kişiyi öldürün" emrinin, Mısır'a atanan yeni vali Muhammed bin Ebubekir
için verilmiş olması doğrudan İbn-i Saba çevresine bağlanabilir. Medine
sokaklarını doldurmuş olan isyancılar gergin beklemektedirler. Baskı, yoksulluk
ve sıkıntıların valilerin değişmesiyle giderileceğine inandırılmaya
çalışılmaktadır. Başta Ali olmak üzere aracılar, halifelik makamının zarar
görmemesini, dokunulmaz olmasını istemiş olmalılar. Doğrusu belki de halife
seçileceğinden emin olan Ali, Osman'ın öldürülmesinin aleyhinde
kullanılabileceğini kuvvetle tahmin ettiği için böyle davranmak zorunluluğunu
hissetti.
Ayaklananların uzak eyaletlerden Medine'ye kadar gelmiş olmalarının asıl nedeni
Ali değil miydi? İbni Saba halkın arasında asıl onun tanrısal gücünün ve İslam
toplumu için tek kurtarıcı olduğunun propagandasını yapmamış mıydı? Bundan
dolayıdır ki, isyancıların öfkesini Ali'nin barışçıl tavrı dindirmiş, uzlaşmaya
razı etmişti. Ama iyi bir siyasi önder olduğu anlaşılan Abdullah İbn Saba,
bundan hiç memnun olmamıştı. Ne valilerin değişimi, hatta Osman'ın makamından
indirilip sağ bırakılması bile çözüm olamazdı düzenin yıkılması için. Birkaç
yıldır Basra'dan Suriye'den Mısır'a kadar halkın arasında durup dinlenmeden
Ali'nin adına yaptığı propaganda ve verdiği vaizler sonunda binlerce insanı
peşine takip uzun bir yürüyüşle Medine'ye ulaşmış, tam Halife'yi alaşağı
edecekken Ali'nin barışçıl siyasetine takılmıştı. İçte bu gergin bekleyiş
içinde, yaratılan bu mektup olayıyla birlikte, eyaletlerden aynı anda gelen yeni
birliklerle halk galeyana getirildi. "İntikam intikam!" sesleri arasında
doğrudan Halife'nin konağına saldırdılar. Ali'nin oğullarının kapıda beklemesi
de işe yaramamış, saldirganlar pencerelerden girerek Osman'ı odasında
öldürmüşlerdi. Yine Hintli Prof. H. Ali'nin satırlarından Abdullah İbn Saba'nın
bundan sonraki rolünü okuyalım:
"Osman'ın ölümüyle herşey çığrından çıktı. Medine kentinde anarşi ve kargaşalık
egemen oldu. Üç isyancı takımdan en güçlüsü Mısır birliğiydi. Mısırlı
isyancıların önderi Abdullah İbn Saba, beş gün süren anarşinin ardından,
Peygamberin onun adına vasiyet ettiği Halifeliğin Ali'nin hakkı olduğu temeli
üzerinde Ali davasını destekledi. 23 Haziran 656'da Ali, isyancılar tarafından
Halife olarak selamlandı ve halk tek tek ona biat yemini etti. Ali'nin Halife
seçilmesiyle İslam tarihinde yeni bir dönem açılıyordu." (agy, s.125)
Görüldüğü gibi Ali'nin halife seçilişi kendisinden önceki halifeler gibi
olmamıştır. Onu diğer üç halifeden ayrı tutmak tarihsel zorunluktur. Onları
yönetime getiren kabile şefleri ve son çeyrek yüzyıl içerisinde ortaya çıkmış
geniş toprakları ve varlık birikimini ellerinde tutan küçük bir azınlığın
temsicileriydi. Oysa Ali, ezilen baskı gören Arap ve Arap olmayan halklar
tarafından bir ihtilal sonucu seçilmişti. Kimdi bunlar? Küfe ve Basra'dakiler
gettolara yığılmış büyük çoğunluğu topraklarından koparıp, zorla müslüman
edilerek köleleştirilmiş İranlı olan yabancılar ve fetih ganimetlerinden pay
alamıyan, giderek yoksullaşmış yerli küçük ticaret sahibi esnaflar, yabancı lüks
mallarla rekabet edemiyen artizanlar , yani şehirli Araplardı. Yine Basra
tuzlalarında ve Mısır'da, Medine'deki su kanallarında çalıştırılan ve sayıları
yüzbinleri bulan emekçi Nubialı zenci köleler… İşte yıllardır Abdullah İbn Saba
bu insanların arasında Ali'nin propagandasını yapıyor; onun Muhammed'in Medine
İslamlığındaki eşitliği, adaleti getireceğini ve ancak Peygamberin halefi olarak
Ali'nin kendilerini kurtaracağını yayıyordu.
II.I.2. a İbn Saba'nın inanç ve görüşleri
Abdullah İbn Saba'nın Ali'de somutlaşan tanrısal öz inancı, nereden
kaynaklanmaktadır? Hangi siyasi amaç için kullandığını ve sonucunu kısaca
açıklamayı denedik. Yukarıda İbn Saba'nın, Kur'an ayetleriyle propagandasını
yapan Abuzer Gaffari'den farklı yöntem uyguladığını ve hitap ettikleri
sınıfların farklı olduğunu söylemiştik. Gaffari yöneticilere ve varlıklılara
sesleniyor; onlara Kuran'daki eşitlik ve kardeşlik ilkelerini anımsatıyor ve
varlıklarını Allah yolunda yoksullara dağıtmalarını söylüyordu. İbn Saba ise
seslendiği yoksul ve ezilen sınıfların, onlardan merhamet dileyerek yardım
almalarını değil, başkaldırıp sahipolduklarını zorla elegeçirerek aralarında
paylaşmalarını istiyordu. Bunu da kafaları almayacak kadar soyut, görünmez
tanrının sözleri olarak sunulan Kur'an ayetleriyle yapmadı. Zorla ya da cizyeden
(kelle vergisi) kurtulmak için kabul ettikleri İslamlığı tam benimsememiş
İranlı, Mısırlı yabancı halklar, zenci ve beyaz köleler, ilkel bedeviler
arasında Ali'nin bazı örneklerini verdiğimiz toplumsal düşünce ve görüşlerini
yansıtan sözlerini temel alarak vaızlarıyla kışkırtıp isyan ettirdi.
Kuşkusuz Ali'nin, "ben görmediğim tanrıya tapmam" dediğini biliyor ve içinde sır
olarak saklıyordu. Onun sözleri, öğütleri şiirleri maddi dünyaya dönüktü; Arap
ve Arap olmayan halklar, köleler ve azatlılar herkes için eşitlik, paylaşım,
sevgi ve mutluluk istiyordu. İbn Saba Ali'nin çok yakınında bulunmuş, gerek
savaşlarda (özellikle Hayber kalesini alışında) ve gerekse elini zülfikara
sürmediği 24 yıllık savaşsız dönemde onun olağanüstü güç, yeti, bilgi ve
yaratıcılığına tanık olmuştu. Yaşamını İslam öncesi döneminde, Musa'nın
mirasınını kendisine geçtiğini söyleyecek kadar dindar bir yahudiydi. Belli ki
dinlerin hepsini iyi incelemişti. İbn Saba propagandasını yaparken, Sabailiğin
devamı olan sonraki Kaysanilik, Albailik, Bayanilik Mansurilik vb. bazı
akımlarda da açıkça belli olduğu gibi, ayaklandırdığı aşağı tabakadan sınıfların
ve halkların eski dinleri Zerdüşt-Mazdeklik, Manilik, Sabinlik-Hermetizm, eski
Mısır ve Grek inançlarından kalıntılardan ve eski dini Musevilikten aldığı
ögeleri Kur'an ve Hadis yorumlarıyla İslama karıştırıp, onlara antropomorfizm
(sıfatiyye, insan biçimli tanrı inancı) olarak Ali tanrısallığını sunmuştu. Ali
öldükten sonra da, onun ölmediğini, göğe çekildiğini ve bir gün geri dönüp
dünyayı adaletiyle dolduracağını söylüyordu.
Şehristani, Kitab al-Milal'da (Fransızca çev. s.292), Abdullah İbn Saba ve
Sabailer hakkında şunları yazmaktadır:
"Sabailer İbn Saba'nın yandaşlarıdır. Bu kişi Ali'ye bir gün, 'Tanrı sensin'
dedi. Bu nedenle hemen Medain (Eski Partlara ve 3.yüzyılda Sasanilere başkentlik
yapmış Suriye İran sınırında Ktesiphon - İ.K.) kentine sürgüne gönderildi.
Kendisinin Judaizmden İslama geçtiği söylenir. Yahudi olduğu dönemde, Nun oğlu
Josue olduğu ve Musa'nın mirasının kendisine geçtiğini iddia etmişti. Aynı
şekilde Muhammed Peygamberin onu mirasçı atamasıyla imamlığı Ali'nin aldığını
ilk söyleyen de o idi. (Gulat ya da Mufritun diye adlandırılan - İ.K.) Aşırı Şii
mezhepleri ondan, onun düşüncelerinden doğmuştur."
"O Ali'nin gerçekte ölmediğini ileri sürmekteydi. Çünkü Ali'nin kendisinde,
ölümün ona karşı hiçbirşey yapamayacağı tanrısal parça taşıdığına inanıyordu.
Bulut biçiminde gelen, yıldırım görüntüsünde seslenen (Alevi köylerinde 30-40
yıl öncesine kadar gök gürlediğinde 'Ali nağra atıyor!' deniliyordu. Demek ki
aynı inancın kalıntıları hala yaşamaktadır. - İ.K.), şimşek ışığında gülen
Ali'dir. Bir gün gökyüzünden inecek ve adaletiyle yeryüzünü dolduracak ve
haksızlıkları yokedecektir." 6
Julius Wellhausen, İbn Saba'nın Ali hakkındaki inanç, düşünce ve iddialarını
onun yahudi kökenli oluşuna bağlamaktadır. Yani erken Aleviliğin ( ilk Ali
yandaşlığı, Proto Alevilik), heterodoks İslam olarak, erken Şiilik olarak
"yahudi kökenli izlenimi uyandırdığını"söylüyor. Bernard Lewis'in de (The Jews
of Islam, Princeton University Press, New Jersey-1987, s.103) aynı görüşte
olduğunu görmekteyiz. Yeterli olmasa da bunda yüksünecek hiçbirşey yok. Kuran'ın
içeriği Tevrat'tan geçme İsrail Oğullarının öyküleriyle dolu değil mi?
Hristiyanlık da, Müslümanlık da kaynağını yahudilikten almıyor mu? Ancak Şünni
ve Şii tarihçiler, yazarlar hala Abdullah İbn Saba'yı, İslamda ilk bölünmeye
sebep olan kişi olarak suçlarken, aşağılayıcı bir biçimde 'yahudi dönmesi'
oluşuna bağlamalarına, ya ne demeli?
"Tanrı'nın dünya üzerinde meşru vekili olarak monarşik bir peygamber düşüncesi
Yahudilerden İslama geçmiştir" cümlesiyle başlayan uzun paragrafta J.Wellhausen
konu üzerine kısaca şunları söylemektedir:
"Muhammed'den önce bir sıra birbirine haleflik eden peygamberler mevcut
olmuştur. Musa'nın da aynı türden bir halefi hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bu
sıra Muhammed'den sonra da son bulmamış. Her peygamberin, daha yaşadığı
zamanlarda yanında bir halefi mevcut olmuştur. Musa'nın Josua'sı (kardeşi Harun
- - İ.K.) gibi, Muhammed'in de Ali'si vardır ve peygamberlik görevi bunun
yoluyla devam eder. Gerçi Peygamber benzetmesi Ali ve oğulları için
kullanılmamıştır; kendilerine vasi veya mehdi ve genellikle imam deniyordu. Ama
bunlar tanrısal hükümdarlık yetkisinin cisimleşmiş (tecessüdü, maddeleşmesi)
olması nedeniyle, aslında peygamberdirler…" (J.Wellhausen, çev. Prof.Dr.Fikret
Işıltan, İslamiyet'in İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Ankara,1989.
s.150-151)
Bunları Muhammed aynısıyla uygulamış ve 632'de Veda Haccı dönüşünde Gadirhum'da
kendisinden sonraki vasisini de atadığı bilinmektedir. Ama Sünni İslam, akrabası
Ali'yi Muhammed'in halefi kabul etmemekte, buna karşılık Osman'la başlayan
kabile sultası, Muaviye ile oğluna geçip Emevi soylu hanedanlığa dönüşerek,
Peygambere vekillik (Hilafet) oluşturmasını hoş karşılamakta ve haklı
görmektedir. Oysa Muhammed Ali'ye tıpkı Musa'nın Harun'a baktığı gibi bakmıştır.
Onun bunu belirleyen birkaç hadisi olduğu gibi Ali'nin Divan'ından şu sözlerini
saptayabiliyoruz:
"1318- Amcamın oğlu sorunca, ara bozucuların ileri sürdükleri savları söyledim.
"1319- Dedi ki sen kardeşimsin. onlarsa değiller. Biz seninle Harun'la Musa
gibiyiz…
"1442-Nasıl ki Musa ile Harun kardeşlerse, ben de öylesine kardeşim Peygambere.
Adım ona kardeştir.
"1443-Kur'an da (müslümanların) benim vilayetime bağlılıklarını ve itaatlarını
gerekli kıldı.
"1444- Ve beni onlara imam kıldı, ve bunu Gadirhum'da bildirdi." (agy, s.
156,172)
M.G.S. Hodgson'a göre: "İbn Saba Şia için, bazan Cafer tarafından reddedilmiş
olan gali (gulatlar, yani coşkunlar, aşırılar - İ.K.) tip olarak gösterilir".
(Kashshi, Marifat Akhbar al Ridial, 70) İbni Saba hem kendisi aşırı Şia'yı
savunurken, hem de ona saldırılırken kullanılan Peygamber hadislerine konu
olmuştur. Ali'nin, onu ve yandaşlarını, kendisini Tanrı ilan ettikleri için
ateşe attırdığı söylenmektedir. Bir İsmaili kaynağı ise, onun görünüşte acı
çektiğini iddia eden İbn Saba'nın lehinde rastgele bir olaydan sözeder. (Haft
Bab-ı Baba Sayyid-na, ed. Ivanow, in Two Early Ismaili Treatises, Bombay,1933,
s.15)"7 Ayrıca Hodgson, önceki paragrafta Tabari ve al-Makrızi'nin söylemlerine
yer vererek; İbn Saba'nın Ali'nin özel hakları temelinde Mısırlıları Osman'a
karşı ayaklandırdığını zikretmekte ve daha sonra Ali ile Talha ve Zübeyr
arasındaki kanlı savaşın, Osman'ı öldüren aynı Sabaiyya (Sabailer) tarafından
yapıldığını kabul etmektedir.
Buna rağmen bir sonraki paragrafta, "bu kişinin arkasında hangi tarihsel şahıs
ve şahısların yattığı açık değildir" diyerek, tarihe bakış açmazını ortaya
koymaktadır. (EI Vol.II, ibidem) Çünkü idealist tarihçiler için bu dönemin
tarihsel kişileri Osman'dır, Talha ve Zübeyr'dir, Ali'dir, Muaviye vb.dir. İbn
Saba'yı hiç yaşamamış olarak kavramak, hatta bunu ıspat etmek için seferber
olmak, başarılarını tamamlamasına nesnel koşullar engel olmuş halk önderlerinin
tarihsel rollerini görmezlikten gelmek ve hiçe saymaktır.
Öbür yandan Ali'nin, İbn Saba ve yandaşlarını ateşe attırdığını ciddi ciddi
yazmak kadar ciddiyetsizlik olamaz. Kendi özhakları için canlarını ortaya koyup
mücadele etmiş, iktidara taşımış, düşmanlarıyla kanlı çarpışmalara girişmiş ve
kendisini tapacak kadar seven bu insanları ateşe attırması için Ali'nin
aklı-mantığı bulunmayan bir canavar olması gerekirdi. Bunlar Ali düşmanları
tarafından çıkarılan iftiraların ötesinde bir anlam ifade etmez. Ali Divanı'nda
karşılaştığımız şu sözler, anlamlı olduğu kadar, bu iftiralara karşı savunma
niteliği taşımaktadır:
"762-Beni destekleyenleri öldürtmüşüm, güya kavmimi kırdırmışım; başımdan
burnumu kestirir miyim hiç?
"763-Acı birçok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır
gösterdim.1325-İnsanlara zulüm etmenin bana ait bir davranış olmadığı bilinir
iken, böyle bir söylentiyle bana haksızlık ettiler.
"764-Hayret! Allahın dinini inkar etmek için öylesine yalan söyleniyor ki,
insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağarır.
"765-İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı,
asla rıza göstermezdi." (Ali Divanı, s.97, 156)
Yine Şehhristani'ye göre; İbn Saba'nın çevresinde kümelenen yandaşları,
düşüncelerini (inancını) gerçek imam üzerinde toplama gerekliliğine, aynı imamın
gizliliğine ve Ali'de yaşayan tanrısal parçanın bedenden bedene geçişi
(réincarnation) biçiminde gelecek yüzyıllar içindeki varlığına inanan ilk
mezhebi oluşturdular. O, Peygamberin sahabilerinin, Ali hakkındaki bu gerçeği,
sonuçta etkilendikleri halde anlamazlıktan gelmiş olduklarını ileri sürüyordu.
Burada bir olay tanık gösterilmektedir: Ali, Mekke'nin yasaklı kutsal alanında
girmiş olan birinin bir gözünü çıkarmış. Orada (kısasa) kısas davası görülürken,
Hattab oğlu Ömer: "Tanrı'ya adanmış kutsal toprak üzerinde bulunan bir kimsenin
tek gözünü Tanrının eli oymuşsa, ona kim karşı gelebilir?"diye bağırmış. "Bu
olay çok iyi tanındığı için," diyor Şehristani, "İbn Saba Ali'ye bu şekilde
tanrısal nitelik yakıştırıyordu." (Shahristani, agy, s.292)
Abdullah İbn Saba hakkında konuşan, Emevi ve Abbasi dönemlerinin halife veya
vezir beslemesi tarihçi, fıkıhçı ve hadis toplayıcı yazarları, onu aşağılamak,
yermek ve Ali'den uzak tutmak uğruna verdikleri bilgiler alabildiğine
çelişkilidir. Kimisi Ali'nin onu daha ilk dönemlerde Medain'e sürgün ettiğini
söylüyor. Oysa bu sürgün değil; sonuçların gösterdiği gibi, Ali'nin açıkça
oraya, propagandaya Suriye'den başlaması için gönderdiği anlaşılıyor. Bazıları
da onun, şeriat hükümleri gereğince, İbn Saba ve Sabaileri, Allaha şirk
getirdikleri için ateşe attığını anlatıyor. Bugün bile F. Bulut gibi kendisini
"akademik düzeyde araştımacı" gören biri de Ali'nin zalimliğini ve bağnaz bir
şeriatçı olduğunu - neye ve kime hizmetse bu? - ıspatlamak için bu tür yanlış
bilgileri kullanmaktan ar etmiyor.
Öbür yandan Ali'nin, İbn Saba ve yandaşlarını ateşe attırdığını ciddi ciddi
yazmak kadar ciddiyetsizlik olamaz. Kendi özhakları için canlarını ortaya koyup
mücadele etmiş, iktidara taşımış, düşmanlarıyla kanlı çarpışmalara girişmiş ve
kendisini tapacak kadar seven bu insanları ateşe attırması için Ali'nin
aklı-mantığı bulunmayan bir canavar olması gerekirdi. Bunlar Ali düşmanları
tarafından çıkarılan iftiraların ötesinde bir anlam ifade etmez. Ali Divanı'nda
karşılaştığımız şu sözler, anlamlı olduğu kadar, bu iftiralara karşı savunma
niteliği taşımaktadır:
"762-Beni destekleyenleri öldürtmüşüm, güya kavmimi kırdırmışım; başımdan
burnumu kestirir miyim hiç?
"763-Acı birçok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır
gösterdim.1325-İnsanlara zulüm etmenin bana ait bir davranış olmadığı bilinir
iken, böyle bir söylentiyle bana haksızlık ettiler.
"764-Hayret! Allahın dinini inkar etmek için öylesine yalan söyleniyor ki,
insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağarır.
"765-İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı,
asla rıza göstermezdi." (Ali Divanı, s.97, 156)
Yine Şehhristani'ye göre; İbn Saba'nın çevresinde kümelenen yandaşları,
düşüncelerini (inancını) gerçek imam üzerinde toplama gerekliliğine, aynı imamın
gizliliğine ve Ali'de yaşayan tanrısal parçanın bedenden bedene geçişi
(réincarnation) biçiminde gelecek yüzyıllar içindeki varlığına inanan ilk
mezhebi oluşturdular. O, Peygamberin sahabilerinin, Ali hakkındaki bu gerçeği,
sonuçta etkilendikleri halde anlamazlıktan gelmiş olduklarını ileri sürüyordu.
Burada bir olay tanık gösterilmektedir: Ali, Mekke'nin yasaklı kutsal alanında
girmiş olan birinin bir gözünü çıkarmış. Orada (kısasa) kısas davası görülürken,
Hattab oğlu Ömer: "Tanrı'ya adanmış kutsal toprak üzerinde bulunan bir kimsenin
tek gözünü Tanrının eli oymuşsa, ona kim karşı gelebilir?"diye bağırmış. "Bu
olay çok iyi tanındığı için," diyor Şehristani, "İbn Saba Ali'ye bu şekilde
tanrısal nitelik yakıştırıyordu." (Shahristani, agy, s.292)
Abdullah İbn Saba hakkında konuşan, Emevi ve Abbasi dönemlerinin halife veya
vezir beslemesi tarihçi, fıkıhçı ve hadis toplayıcı yazarları, onu aşağılamak,
yermek ve Ali'den uzak tutmak uğruna verdikleri bilgiler alabildiğine
çelişkilidir. Kimisi Ali'nin onu daha ilk dönemlerde Medain'e sürgün ettiğini
söylüyor. Oysa bu sürgün değil; sonuçların gösterdiği gibi, Ali'nin açıkça
oraya, propagandaya Suriye'den başlaması için gönderdiği anlaşılıyor. Bazıları
da onun, şeriat hükümleri gereğince, İbn Saba ve Sabaileri, Allaha şirk
getirdikleri için ateşe attığını anlatıyor. Bugün bile F. Bulut gibi kendisini
"akademik düzeyde araştımacı" gören biri de Ali'nin zalimliğini ve bağnaz bir
şeriatçı olduğunu - neye ve kime hizmetse bu? - ıspatlamak için bu tür yanlış
bilgileri kullanmaktan ar etmiyor.
Öbür yandan Abdullah İbn Saba hakkında ortak kesin kanı şudur: O tanrısal özün
Ali'de saklı olduğuna, Ali'de cisimlendiğine inanan ilk İslam antropomorfistidir
(sıfatiyyeci, insan biçimli tanrıya inanan). Ona göre Ali ölmemiştir, çünkü
sahip olduğu tanrısal özü ölüm etkileyemez. Bu öz Ali soyundan gelenlere
geçmektedir (réincarnation, hulul); her birinde Ali, dolayısıyla Tanrı tecelli
etmekte, kendini görünüm alanına, nesnel varlık alanına çıkarmaktadır
(Epiphaneion). Özellikle onun ileri sürdüğünden kimsenin kuşku duymadığı Ali'nin
ölmediği; gökte bulutlarla örtülendiği, gökgürlemesiyle seslendiği ve şimşek
çakmasıyla gülümsediği dilemması, Abdullah İbn Saba'nın Ali'nin 661'de İbn
Mulcem tarafından katledilmesinden sonra göründüğü ve bu dilemmayı propaganda
aracı olarak kullandığı da anlaşılmaktadır. Bu açıkça gösteriyor ki, İbn Saba ve
arkadaşlarının Ali tarafından ateşe atıldığı tamamıyla yalan ve iftiradır.
................
(*2)Mısırlı bir şeriatçının (Murtaza el-Askeri) yazdıklarına dayanarak, onun
yaşamadığını, efsanevi bir kişi olduğunu ispatlamak gayretkeşliğiyle A.
Gölpınarlı'nın kaleme aldığı Bir Yalancının Düzmeleri, Abdullah İbn Saba,
(İstanbul, 1974) kitabının bilimsel ve tarihsel hiçbir değeri yoktur.
Mevlevilikten Şiiliğe geçtikten sonra, böyle bir misyon yüklenerek bu kitabı
çevirip yorumladığı anlaşılıyor. Gerek kitabın önsözünde ve gerekse kitabı
tanıtan yazılardaki "Yüzyıllar boyunca Şiiliği Abdullah İbn Saba diye bir yahudi
dönmesinin kurduğuna inanılmıştı. Eser böyle bir adamın olmadığını ortaya
koyması bakımından pek önemlidir" ifadeleri tek yanlı, subjektif yaklaşımla
tarihsel gerçeği ortadan kaldırma çabasından başka birşey değildir.
(*3)Halife Osman döneminde Kuran üzerindeki uzun süreli - özel kişiler elinde
bulunan sureleri ve ayetleri derleyip toplayarak - kitaplaştırma çalışmalarının
ve yapılan değişikliklerin geniş özeti için Benjamin Walker'ın Foundations of
Islam, Great Britain 1998, s.146-171) kitabına bakılabilir.
(*4)Kuran'ın ilk büyük ve önemli yorumcusu olan Ali, "1451.Cebrail evlerimizde
bizi ziyaret ederek, İslamın farzları ve hükümlerini getirmektedir" diyecek
kadar kutsal kitaba aşinadır. Ama, bugün Ali Kuran'ı mevcut değildir,
yokedilmiştir. Arap dili grameri üzerinde çalışmaları bulunan Ali'nin 'Güzel söz
söyleme yöntemi' anlamına gelen Nehcet-ül Belaga ve 1044'de Ebu'l Kasım Ali bin
Tahir tarafından tarafından derlenmiş şiirlerinin toplandığı Ali Divanı günümüze
ulaşmıştır. Çelişkili söylemlerden dolayı bazılarına kuşkuyla yaklaşılabilir.
Bizce içindeki bazı şeriatçı söylemler, dönemin Nakip'lerinden olan yazarın
kendisi tarafından takıyye olarak sokulmuştur.
(*5)Eğer kesin belgelendirilemiyorsa, biz tersini yapardı diye düşünüyoruz.
Çünkü İslam devleti yönetiminde Osman'la birlikte Umeyye oğulları (Emevi)
hegemonyasının temelleri atılmış tam güç kazanma aşamasındaydılar. Valilerin
usülen değiştirilmesiyle birkaç yıl kazanarak daha da güçleneceklerdi. Zaten
Ömer döneminde Suriye valiliğini ele geçirip, evlilik yoluyla Şam'da Gassani
krallığının mirasına konmuş ve güçlenmiş olan Muaviye bölgede neredeyse bir
vassal krallık yapıyor. Merkezden alabildiğine bağımsız davranıyor, fetihlere
girişiyor ve Bizans'la ticari ve kültürel ilişkiler içinde hanedanlığının
temelini hazırlıyordu. Vali değiştirme olayını da rahatlıkla kendi lehine
çevirmenin kolayını bulurdu Muaviye. Nitekim Osman'ın öldürülmesinin
sorumluluğunu da Ali'ye yükleyerek, yeni sınıfları ve çıkarlarını ardına alıp
tarihin seyrini kendi lehine çevirmişti. Oysa olaylar yatıştırılmış olsaydı,
Medine'de halifeliği ele geçirmek daha kolay olacaktı Muaviye için. Bu
nedenlerden ötürü diyoruz ki, Mervan'ın bu mektup değiştirme olayı doğru
değildir.
(*6)Birinci bölümün konuya ilişkin kısımlarında genişçe anlatıldığı gibi,
940'larda Bagraç Türkleri arasında dolaşan Abu Dulaf, onların 'tanrısallığın
Ali'de cisimlendiğine inandıklarını yazmaktadır. "Alevi Türklerin, Ali'nin
indiği ve tekrar geri döndüğünü düşündükleri gökyüzüne doğru avuçlarını açıp dua
ettiklerini" söylemektedir.
(*7)W İvanow, Aleviliğin ilk yazılı kaynağı, 760'lı yıllarda Abu'l Khattab
tarafından yazıldığı anlaşılan ve Khattabileri işlerken genişçe yer vereceğimiz
Ummu'l-Kitab'ın başında anlatılan bir olayın Abdullah İbn Saba'nın adına bağlı
olduğunu ıspatlamıştır; Ummu'l-Kitab, ed. W.Ivanow, Der Islam, Berlin, 1933
--------------------
Kaynak: t-k-p.org/alevilik
|