E

Ğ

E

R


İ

N

S

A

N


İ

S

E

N


Ö

L

M

E

Z

S

İ

N


K

O

R

K

M

A
Uzumbaba Anasayfa Hacıbektaş logo Pirsultan semah
Anadolu Aleviliği(özelyazı)

Bir Alevi Dedesiyle söyleşi

Alevi Başkaldırıları

Osmanlı Arşivi

Cezalandırmalar1

Cezalandırmalar2

Alevilik Araştırmaları Üzerine

Alevi İslamcı Olamaz

'Hava Kararırsa Oteli Ateşe Verecekler

Pirsultan Kürt direnişçisi?


Pirsultan şiirleri ve türküleri(diğer sitemde derlenmiştir, okuyabilir ve dinleyebilirsiniz)

Kürt ırkçılarının Alevi kültürüne saldırıları devam ediyor

Aziz Nesin`in Madımak katliamından bir gün önceki konuşması

2 Temmuz..Madımak..Tıklayınız..

Temmuzda küçük bir araştırma! Medyamız ne kadar duyarlı idi?

Alevilik İslamın içinde mi yoksa dışında mı sorusu tuzak ve kasıtlıdır

Hacı Bektaş Veli Bir Batıni Dai'siydi

Hak'ka yürümek

Medyada Muharrem ayı

Alevilerin ilk siyasal partisi (Türkiye) Birlik Partisi

Aleviliğin Osmanlı dönemi yazılı kaynakları

Kızılbaşlık ve Kızılbaşlar

Osmanlı'nın şeytanı Cumhuriyet döneminin gericilik simgesi: Saz

Anadolu aleviliğinde ocak sistemi ve dedelik kurumu

Alevilik kaynağı kökleri ve gelişimi İ.Kaygusuz

İnanç düşünce ve siyasal tarih bağlamında Alevilik İ.Kaygusuz

Hacı Bektaş Veli'nin Yaşadığı Tarihsel Ortam

Ali Balkız:'Sivas'ta Ergenekon mu gizlendi'

Nejat Birdoğan Söyleşi

Maraş katliamı (24 aralık 1978)

Çorum katliamı(1980)

Malatya olayları katliamlar(1975-80)

Aleviliğin kökeni tartışması

Babailer - Anadolu Devriminin Kavşak Noktası

Hacı Bektaş ve Babai Ayaklanması

Princeton Üniversite konferas metni(Zülfü Livaneli)

Pir Sultan'ın Şah İsmail değerlendirmesi

"Kılıcından Kızılbaş kanı damlayan" Yavuz

Alevi Açılım

Hacıbektaş-ı Veli Türbesinde bulunan semboller ve anlamları

Cumhuriyet tarihinin Alevi katliamı belgeselleri
Maraş katliamı belgeseli
Çorum katliamı belgeseli
Sivas Madımak belgeseli

Dışarıdan Alevilik hakkında bakış açıları için birkaç örnek:


The Alevis of Turkey-Tina Hamrin Dahl

The Alevi and questions of identityw Roman"-Tina Hamrin Dahl

A Surviving Neoplatonism: on the Creed
of the Bektashi Order. Conversations
with a Mursit


Religious Courts Alongside Secular State Courts:
The Case of the Turkish Alevis


Dosyalara dön

İNANÇ, DÜŞÜNCE VE SİYASAL TARİH BAĞLAMINDA
Alevilik

KAYNAĞI, KÖKLERİ VE GELİŞİMİ İKİNCİ BÖLÜM

Ismail Kaygusuz


II.I Heterodoks İslam (Alevilik), Ali Tanrısallığı Temelinde Bir Toplumsal Muhalefet Hareketi Olarak İlk Kez "Sabailik" Adıyla Ortaya Çıkmıştır

II.I.1 Halife Osman (644-656) Zamanında Belirginleşen Sınfsal Farklılaşma ve Çatışmalar

İslam Peygamberi Muhammed'in dünyadan göçmesiyle (632), Kureyş'in bir kolu olan Haşimi'lerin elinden çıkan iktidar, üçüncü Halife Osman'la birlikte (644) Emevi sülalesine geçmişti. Muaviye ise babası Abu Sufyan'dan miras aldığı sahte müslümanlık ve Haşimi düşmanlığını ömür boyu sürdürecek ve bu miras kuşaktan kuşağa devredilecekti. Ebubekir ve Ömer'in 12 yıllık halifelik döneminin sonunda İslam devleti'nin sınırları Arap yarımadasını aşarak doğuda İran'ın içlerine; kuzeyde Doğu Anadolu'dan Azerbaycan'a; batıda Mısır'dan geçip Kıbrıs'a ulaşmış. Bir İslam İmparatorluğundan sözedilir hale gelmişti. Kur'an buyruğu Cihad adına fetihçi yayılmacılıkla yabancı toprakların talanı ve insanları köleleştirme ve sömürü çıkabildiği en yüksek yere ulaşmıştı. Varlık birikimi ve geniş topraklar belirli kişilerin ellerinde toplanıyor; refahı yükselen yönetici-askeri aristokrasi, bir sınıf olarak belirginleşiyordu. Kendisinden önceki iki halifenin süresince iktidarda kalmış olan Osman(644-656) döneminde iyice ortaya çıkan sınıfsal farklılaşma, çıkar çatışmaları, hoşnutsuzluklar ve baskıyı artırarak halk ayaklanmalarına giden yolu açmıştı.

Osman'ın halifelik döneminin toplumsal krizlerini gösterirken, öbür yandan Basra'dan Küfe'ye ve Mısır'a uzanan ayaklanma hareketlerini yöneten ve yönlendiren Abdullah İbn Saba gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ayrıca onun ardına aldığı kitleler sayesinde Ali'nin halifelik makamına oturtulmasının sosyo-ekonomik çözümlemelerinin zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Al-Balazuri'nin (ö.982) anlattıklarına göre; silah gücüyle alınan topraklar, "Ard al-Uşr" (onluk topraklar) diye adlandırılmış ve halife tarafından askeri komutanlar arasında paylaştırılmış. Sakinleri ise rakik (köle) ilan edilmiştir. Halife bazı durumlarda toprakları fatihler arasında paylaştırmamış; onları Müslüman toplumun malı saymış ve sakinleri köleleştirilmemiş. Buna karşılık baş ve toprak vergisi alınmıştır. Silah zoruyla ele geçirilen toprağın sakinleri İslamı kabul ettikleri takdirde, toprak vergisi ve "Zekat" verme koşuluyla toprağın geri verildiği görülmektedir. Ancak "Ard al-Haraciya" (toprak haracı) yılda bir kez toprak vergisi olarak alınırken, vergi mükelleflerinin topladıkları ürünlerden de alınıyordu.Yine bilinen odur ki, silah zoruyla alınan topraklar, kentler ve köyler Müslüman topluma ait olmuş ve bu topraklar, oturanları İslamı kabul ettikten sonra da ganimet sayılmıştır.

Toprağın paylaşımı, daha önce olduğu gibi bölge feodalleri ya da ruhban sınıfı arasında yapılmıştır. Bu politika halifelik için çok kazançlıydı. Çünkü feodal ilişkilerin gelişiminin genelde erken aşamasında bulunan fethedimiş ülkelerin halkı, kuşkusuz Araplar'dan daha yüksek kültür düzeyinde bulunuyor ve toprağın işlenmesinde deneyimliydi. Ayrıca Araplar fethedilen ülkelerin halkını "Ahl az-Zimma" (borçlular, himaye altında bulunanlar) diye adlandırmışlardır. Buna, haraç ödeme zorunluğu neden olmuştur. Ancak haraç, savaş görevinin dışında sayıldığı için tazminat sayılmış, çünkü Cihada katılım Müslüman için zorunluydu. Bu verginin alınması himaye, yabancı din mensuplarının kişi ve mal dokunulmazlığını sağlama ücreti olarak görülmüştür. Zaten Araplar Harac ve Cizye'yi (toprak ve baş vergisi) İran'da hazır bulmuş; halkın Sasani hükümdarlarına ödedikleri Harag ve Gezit'i (toprak ve adam başı alınan vergi) Arapçalaştırıp, bu vergiyi halife yararına kullanmışlardır. (Al-Balazuri, Der Asat fi'n-Nazım Al-Arabiya, Kahire-1977, s.123-125; Istoriya Irana s.90-91 ve Hatib Al-Bagdadi, Tarih-i Bagdad, 1.cild, Kahire1931, s. 453'ten aktaran Arşak Poladyan, Çev. Mehmet Demir, VII.-X.Yüzyıllarda Kürtler, Ankara-1991, s.53-55)

Muhammed Peygamber'in zamanında gelir kaynağı Zekat, Cizye, Harac Khum (ganimet, savaşla ele geçirilen topraklar) ve Fay (Taç/kral ülkelerinden gelen) gibi beş kalemle sınırlı olduğu bilinmektedir. Gelirlerin birikmesi için düzenli bir sistem gelişmemişti. Ele geçirilen küçük gelir kaynakları aynı zamanda orada bulunan halkın arasında paylaştırılırdı. Zaten Peygamberin sağlığında Bayt al-Mal'a yani bir devlet hazinesine gereksinim yoktu. Çeşitli kaynaklardan biriktirilmiş bütün miktarlar ve toplanmış bütün varlık, alındıkları gibi hemen halka üleştirilirdi. Ömer I'den önce, Bayt al-Mal bir mali kurumdan ziyade sadece devlet gelirini paylaştırma eyleminin adıydı. Fakat devletin gelirinin artmasıyla Ömer, resmi devlet memurlarının gözetimi altındaki bir dairede parayı saklama gereksinmesini duydu. 636 yılında Medine'de, hazine dairesi şefi olarak Abdullah bin al-Arqam'ın yönetiminde bir Devlet Hazinesi kurdu. Daha sonra, bütün eyalet garnizonlarında devlet hazineleri açıldı. Her eyalette Halife denetiminden bağımsız olan bir ayrı hazine görevlisi bulundurulmaya geçildi. Kuşkusuz eyalet hazine görevlileri, işlerinden dolayı önce valilere karşı sorumluydu. Ancak daha sonra valilerden biri hükümet parasını kötü kullanınca ya da zimmetine geçirince, Osman bütün hazine görevlilerini doğrudan halifeye karşı sorumlu kıldı. Artık eyalet yönetim ve halk işleri için yapılan harcamalardan sonra artan paralar, Medine'deki Merkez devlet hazinesine gönderiliyordu. (Prof. K. Ali, M.A., A Study of Islamic History, Delhi (India), 2.Basım, 1980, s.140-143)

Üçüncü Halife Osman tarafından izlenen toprak mübadelesi siyasetiyle Medine'de ve eyaletlerde de devlet siyasetini etkileyecek kadar zengin, güçlü bir toprak sahipleri sınıfı ortaya çıkmıştı. Büyük toprak sahipleri iktidar gruplarının biçimlenmesi ve varlık akımı, kesin olarak Arap toplumunun kabile temelli sınıflarının sonunu getirmişti. Arabistan dışındaki eyaletlerin bölgelerin fethi bu gelişimin başlangıcıydı. Bu dönemi Ömer başlatmış. Yarattığı kuvvet dengesiyle bir süre duruma hakim olmuştu. Oysa diğer yandan, kendi kabilesine mensup kazaç sahibi geniş çıkar gruplarının baskısıyla izlediği siyasetler Osman'ı felakete götürmüştü. (Asghar Ali Engineer, The Islamic State, Delhi (India)-1994, s.58)

Bu büyük çıkar gruplarının ortaya çıkmasında en büyük pay Osman'ındı ve başı kendisiydi. İbni Haldun'un (1334-1406), 10.yüzyılda yaşamış Arap tarihçisi Masudi'den (ö.956) aktardığı bilgilere gözatarsak, bu varlık birikimini ve kimlerin elinde toplandığını rahatlıkla görebiliriz:

"Osman döneminde, peygamberin arkadaşları, taşınır taşınmaz o denli servet elde ettiler ki, Osman öldürüldüğü gün, hazine yetkilisinin elinde 150 bin dinar (altın para) ve bir milyon dirhem (gümüş para) vardı. Vadiu ul-Kura'da, Huneyn'de ve başka yerlerde bulunan arsa ve çiftliklerinin değeri 200 bin dinardı. Ayrıca öldüğünde pek çok deve ve at bırakmıştı arkasında. Zübeyr öldüğünde, miras olarak bıraktıklarından sadece birinin değeri 50 bin dinarı buluyordu. Zübeyr ayrıca bin at ve bin cariye bırakmıştı arkasında. Talha'nın Irak'tan her gün sağladığı gelir bin dinar, 'Serat' çevrelerinden sağladığı gelir bundan da çoktu. Avf oğlu Abdurrahman'ın ahırlarında bin atı, bin devesi ve ağıllarında 10 bin koyunu bulunuyordu. Öldüğü zaman, arkasında bıraktığı mirasın dörtte biri 84 bin (tamamı 366 bin) dinardı. Sabit oğlu Zeyd'in miras bıraktığı altın ve gümüş o kadar çoktu ki, ancak, baltalarla kırılıp bölünebiliyordu…Zübeyr Basra'da ev yaptırdı. Bununla yetinmedi. Mısır'da, Küfe ve İskenderiye'de de kendine binalar aldı. Talha da Küfe'de ev yaptırdı. Ama yetinmeyip, Medine'de de görkemli bir köşk yaptırdı. Yapılarını kireçten, kiremitten ve 'sac' adı verilen ağaçtan yaptırmıştı. Ebu Vakkas oğlu Sad da 'Akik' vadisinde yüksek ve geniş geniş bir konak yaptırmış ve üst katına balkonlar koydurmuştu…''

Masudi'nin bu açıklamalarından sonra İbn Haldun şu yorumda bulunuyor:

"Arapların ellerinde bunca gelir, bunca dünyalık vardı ve dinleri, bunları elde etmelerine engel olmamıştı. Ne ki bunlar helaldı. Çünkü savaş ganimetleriydi. Bunlardan olağanüstü yararlanılıyordu. Böyle dünyalıklara sahibolmaları onlar için kınanası bir durum oluşturmuyordu. Çok dünyalık elde etmek kınanmışsa da, sadece bunları savrukça kullanmaya yönelikti.'' (İbni Haldun, Çev. Turan Dursun, Mukaddime 2, Ankara-1989, s. 64-65)

Prenslerin ve Sultanların sınırsız zenginlikteki sofralarında bulunmuş ve ihsanlarından yararlanmış Ortaçağın bu büyük gezgini ve tarihçisinden ancak böyle bir takdir edici yorum beklenir. Bu çok büyük varlık birikimini ezilen, erkekleri köleleştirilen, kadınları cariyeleştirilen toplulukların aleyhine olarak Osman, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Zeyd, Vakkas oğlu Sad ve Muaviye, Mervan, As oğlu Amr gibi bir avuç askeri-kabile soylusu yöneticinin elinde bulundurmasını dine uygun ve 'helal' buluyor İbn Haldun. Oysa aynı sayfalarda; ''Halife Ömer'in giysisine deriden yamalar vurduğunu, Ali'nin 'ey sarılar (altınlar), ey beyazlar (gümüşler) benden uzak durun, gidip başkalarını aldatın' diyerek reddettiğini'' söylerken, onların dine aykırı davrandığını mı sanıyordu? Hayır. Sadece "kaba yaşam içindeki Araplar" olarak (!) niteliyor.

Asghar Ali Engineer'in de belirttiği gibi:

''İbni Haldun her ne söylerse söylesin, bu büyük servet birikimi, İslam için gerçek büyük felaket oldu. Çok büyük gerilim yarattı ve iktidar için mücadeleyle varsıllık birleştirilince erken İslam toplumu iç savaşın içine sürüklendi.'' (Asghar Ali Engineer, The Origin and Development of Islam, Yeni Delhi-1980, s.164)

Bu servet birikiminin birkaç elde toplanması, adilane bölüşülmemesi ve büyük toprak sahipleri sınıfının ortaya çıkmaya başlamasının getireceği felaketin ilk farkına varan ve yöneticilere başkaldıran Abu-Zer Gaffari olmuştu. Peygamberin önde gelen sahabilerinden olan Gaffari, Ali'nin en yakın dostu ve destekleyicilerindendi. Anadolu Alevilerinin kutsal saydığı Kırklar Meclisi üyelerinden ve Onyedi Kemerbest'lerden biri sayılmaktadır.

''Abu-Zer Gaffari, yabancı ülke fetihlerinden akan zenginlikten çok büyük miktar biriktiren, lüks ve çalışmadan kolay yaşama geçenleri şiddetle eleştirmekteydi. İslam ülkelerindeki sosyalist ve komünistler onu Sosyalizmin öncüsü olarak görürler. Onun, İslamla bağdaşmayan düşünce ve eylemleri ile, sosyalistik idealleri denediği açıkça görülmektedir. Radikal görüşlerinden ötürü, düzen tarafından sürekli kovuşturmaya uğramış, bir yerden başka bir yere sürülmüştür.'' (Asghar Ali Engineer, The Origin and Development of Islam, s.165 vd.)

Maxim Rodinson, Abu-Zer Gaffari hakkında özetle şu bilgiyi vermektedir:

''Ona atıf yapılan hükümlere göre: Örneğin, her kişi zorunlu ihtiyaçları (için en azını ayırdıktan sonra) ötesindeki varlığı ve gelirlerinin tümünü, sadaka olarak Tanrının hizmetinde harcamalıdır. Peygamberin ölümünden itibaren on yıl boyunca, hahamlar ve rahipler örnek gösterilerek, sadaka ve zekat vermeye isteksiz zenginler hakkındaki Kur'an ayetlerinin(*1) işletilmesini sürekli konuştuğu ve halkı sarsarak harekete geçirmiş olduğu söylenir.''

''Orta Çağ tarihçi ve din bilginlerinin yarı efsanevi Abu-Zer Gaffari'si, herhangibir dinsel ögeden ekonomik olanı ayırır. Örneğin güçlünün ve zenginin baskısıyla görkemiyle kendileri üzerine zorla dayatılmış engellemelere karşı mirastan mahrum etme protestosu düzenlemişti. Bu eğilimde, hem sosyal düzene zarar vermeyen hem de eylemci ve devrimciliğe yönlendiren biçimlenmeler vardı.'' (M. Rodinson, Islam and Capitalism, Eng. Transl. by Brian Pearce, London-1974, s.25 vd.)

Yukarıda açıklanan durumuyla Abu-Zer Gaffari'yi, İslam'da Sosyalizmin öncüsü olarak değerlendirirlerken, komünistik idealleri çağrıştıran aşağıdaki sözleri söylemiş; yaşamını ve eylemlerini bu doğrultuda sürdürmüş olan Ali'yi görmezlikten gelmek haksızlık olduğu kadar bilimsellikten de uzaktır. Hazreti Ali Divanı'ndan alınmış ve yorum bile gerektirmeyen şu sözlere bir gözatalım:

''77. Malı yalnızca kendin için kazanılmış olarak düşünme,… Allah'tan kork ve malını paylaş.
"677-678. Utançtır insana, evinde serilip yatarken komşusunun üstsüz başsız, bükülerek açlıktan yatması. Utançtır yoksulu ezmek, ona zulmetmek…

"467. Nasıl bir hastalıktır, sen evinde tok yatarsın etrafında deriyi kemirmeye hasret duyan yürekler varken.

"1187-1188. Benim evim, gelen herkesin kendi ortamıdır, kilerimiz yiyecek alana açıktır. Bütün varımızı sunarız, sadece ekmek ve sirke olsa da.

"26-27. Çok kimse çalışıp çabaladığı halde zenginliğe ulaşamazken, bir diğeri hiç emek harcamadan zengin oldu. Ve mal üstüne mal topladılar…

"366.(Oysa) kişiyi ev barındırır, hırkası üstünü, ayıbını örter; ölmeyecek, yani ihtiyacı kadar yemek yetmez mi insana?

"149. Geçimini şerefsizlikle elde etmeyi isteme…'' (Emir Ali İbni Abu Talib, Hazreti Ali Divanı, Arapça'dan çeviren Vedat Atila, İstanbul-1990)

Hiç kuşkusuz Ali'nin bu sözleri, ne kendisinden önceki halifelerin ve ne de "çalışıp emek harcamadan mal üstüne mal yığan, şerefsizce geçim sağlayan; yoksulu ezen ve onlara zulmeden" büyük toprak sahipleri sınıfının hoşuna gitmemişti. Üstelik bu sınıftan yönetici kişilerin adlarını da vererk eleştirdiğini görüyoruz:

"1325.Gün uzadı Talha ile Zübeyr'in yaptığı kötülüklerden.

"1327. Suhre (Sufyan) oğlu Muaviye'yi uyardım, ne var ki işe yaramadı uyarılarım.

"1331.Sen ve baban istemiyerek, ikiyüzlülükle katıldınız İslama, çünkü cehaletin yoluydu sizin yolunuz.

"1332. Peygamberin vefatıyla eskiye döndünüz…"

Ebu Bekir'e de ''766.Peygamberin vekili (olan benim) ile, o küçük gözlü beter kişiyi mukayese mi ediyorsunuz?'' (agy) demekten çekinmemişti.

Gerek Ali ve yandaşlarından (şiasından) Gaffari ve Abdullah İbn Saba gibi önde gelenlerin muhalefet mücadelesi, gerekse Muhammed dönemi siyasetine sadık kalan bazı sahabilerin çeşitli uyarıları, 20 yıl içinde yeni sınıfların ortaya çıkmasını sağlayan sosyal ve ekonomik değişimleri önleyemedi. Kısaca bir daha bir daha gözatalım:

''Ömer döneminde Hicaz'da ve başka bölgelerde açılan su kuyuları ve kazılan kanallarla toprağın verimi artırılmış. Bu büyük tarımsal çalışmalarda çok büyük sayıda köle kullanılmış. Örneğin Makrızi'nin anlattığına göre: 'Mısır'da büyük sulama kanalları sisteminde yıl boyunca her gün kullanılan köle-işçi sayısı 20 bin idi.' Yine bu dönemde özel Sulama İşleri kurumu vardı. Hicaz'da da artan büyük üretim fazlasıyla yüksek sınıflar daha da zenginleşti."

"Küfe valisi Said, kentteki toplumsal karışıklığın önlenmesi için Halife Osman'a mektup yazar. O da Küfe gibi diğer bazı kentlerde nüfus baskısını azaltmak için ekonomik bir karar alır. Bu karar Hicaz'daki Arapların ellerinde tuttukları topraklarla, fethedilmiş eyaletlerdeki arazilerin değiş-tokuş (mübadele) edilmesi uygulamasıydı. Örneğin Talha, Hicaz'daki bütün topraklarını satıp, arazi değiştirme izniyle, Irak'ta çok büyük geliri olan geniş bir arazi ele geçirdi. Bu arazilerde çok sayıda köleler ve hizmetkarlar çalışıyordu. Pek çokları bu şekilde büyük toprak sahibi oldu ve yeni bir sınıf belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştı.'' (Asghar Ali Engineer, agy, s.171)

Böylece Mekke, Taif ve Medine'de de hiç çalışmayan, işçi ve kölelerin emek güçleriyle yaşayan zengin toprak sahipleri sınıfı oluştu. Eski İslam ahlakı temelinden değiştirildi. Yayılmacı fetihlerden, savaşlardan elde edilen varlık, köleler ve ganimet bu kentlere doluyor ve bazı ellerde toplanıyordu. Osman'ın değer ölçüleri nedeniyle büyük toprak sahipleri artmaya devam ediyordu. Aldığı kararlar, sorunları çözmekten çok ağırlaştırmıştı.

Asghar Ali Engineer, "Osman dönemi, belki İslam'da Feodalizmin (sözcüğün gevşek anlamıyla) başlangıcı sayılabilir" diyor. Yayılmacı fetihler gerçekten büyük sorunlar yaratmıştı. Birincisi, ganimetin beşte dördü, bu savaşlarla doğrudan ya da dolaylı olarak katılmış olan fatihler arasında dağıtılmasıydı. Kentlerde yaşayan bu kişiler, dört yılda bir kere sınır bölgelerine gidecek, orada altı ay kalacak ve yabancı kökenli köleler dahil ganimetlerini üzerlerine geçirtip döneceklerdi. İslam'da elegeçirilmiş özel mülk ve her yeni fetihle artması süren varlık yoğunlaşması üzerinde denetim yoktur. Araplar, yeni İslam dünyasına kazandırdıklarına inandıkları büyük onur kadar, onlara zengin ganimet getiren yeni eyalet fetihlerinde birbirleriyle yarışma halindeydiler. İkincisi, İslam imparatorluğuna daha fazla eyaletlerin katılması, nüfus düzenini değiştirdi ve köle sayısını artırdı. Söylemek gereksizdir ki, bunlar nüfusun en memnun olmayan mutsuz bölümünü oluşturuyor ve bu yüzden herhangibir başkaldırı ve karşıkoyum hareketinde rol almaya daima hazırdı.

II.I.1.a Halife Osman'a Başkaldırı Hareketi, Farklı Çıkarlar ve Ali'nin Eşitlikçi Tavrı

Osman'ın 651 yılında yukarıda sözü edilen ölçülerini uygulamaya koyması ve aradan beş yıl geçmeden öldürülmesi dikkat çekicidir. Yaşamının son iki yılı esnasında herşey çok kötü gitti ve gerçekten büyük bir başkaldırı başlamıştı. Bu ayaklanma hareketi ve Osman'ı öldürme olaylarında rol alan halkın en çoğu Mısır, Küfe ve Basra gibi fethedilmiş eyaletlerden idi. Yabancı fetihler, çeşitli eyaletleri İslam imparatorluğunun kontrolu altına getirmekle, uluslararası ticaret fırsatlarını artırdı. Doğrusu bu bölgede müslümanlar şimdi ticaret tekelini ele geçirmişler, bu fırsatları kullanıp kazançlarını şişirmişlerdi. Böylece halife üzerinde büyük baskı uygulayan güçlü bir olygarkhoslar sınıfı (oligarşi) ortaya çıkmıştı. Osman'ın toprak değiştirme fermanı, bu değişimden büyük kazanç sağlayan güçlü oligarşinin baskısıyla gerçekleşmişti. (A. Ali Engineer, agy, s.173)

''İslam imparatorluğunun başkenti Medine, Osman'ın öldürülmesinden sonra isyancıların denetimine geçti. İsteksiz görünen Ali'yi, yönetimin iplerini ellerine almaya zorladılar. Talha, Zübeyr gibi birçok güçlü oligarhlardan isyanın çıkmasına alet olanlar da, yansız kalanlar da Osman'ın kurtarılması için hiç birşey yapmamışlardı. Olasıdır ki bu, gelecek halife üzerinde baskı ve kontrol kurmak, ya da durum uygun olduğu takdirde halifeliği ele geçirme isteğinden geliyordu. Ancak onların bu tutkuları, isyancıların ağırlıklarını Ali'nin arkasına koymasıyla havada kalmıştı.'' (A.Ali Engineer, agy, s.174)

Asghar Ali Engineer, 1994'te yayınladığı The Islamic State adlı yapıtında ise şöyle demektedir:

''Osman'ın öldürülmesinden sonra halife seçilen Ali, bu yeni sınıflar ve grupların yarattığı biçimlenmeyle başıboş bırakılmış güçleri kontrol altında tutamadı. Onun namusluluğu, ahlaki dürüstlüğü ve davasına bağlılığı tartışılmaz tutumuyla, bu güçleri buyruğuna alması olası değildi. Ali İslam öğretilerini, özellikle eşitlik ruhunu koruyarak, siyasetinde biçimlendirmek istedi. Ancak birey olarak insanın irade ve karakteri ne denli güçlü olursa olsun, tarihsel güç dalgaları kendisine karşı olduğu zaman, tarihin seyrini değiştiremez."

"Büyük toprak sahipleri güçlü iktidar gruplarının biçimlenmesi ve büyük varlık akımının, Arap toplumunun kabile temelli sınıflarını tamamıyla yoketmesi çok yakındı. Oysa Ali sınıflara ayrılmamış halk arasında kolayca kabul görmüş ve erken İslam tarafından önerilen eşitlik yolunu ciddi bir biçimde izlemeye koyuldu. Oysa predominant gerçek bu değildi. Bu şekilde yeni mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkması, Ali'nin izlemek istediği erken islami yol ile korunamazdı (Thus the emerging property relations were not in keeping with the early islamic course Ali wanted to follow). Ali halife olduğunda bu güçler çok sağlamlaştırılmış ve Arap toplumunun eşitlik çatısı hemen hemen parçalanmıştı. İslamın tanrısal demokrasisini (Theo-democracy) destekleyen koşullar artık işletilemezdi. Qamar-uddin Khan'ın (Al-Mawardi, al-Ahkam as-Sultaniyah) deyimiyle 'İslam demokrasisi ruhu, dördüncü halife Ali'nin tabutuyla toprağa verildi.'' (Asghar Ali Engineer, The İslamic State, Delhi-1994, s.58 vd.)

.............................

1 Kur'an 9, 34: Ey inananlar! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da Allah yolunda harcamıyanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!

--------------------

II.II Heterodoks İslamın (Aleviliğin) Ali Ve Evlatlarına
Bağlı Olarak Değişik Biçimlerde Gelişip Yayılması

Sabailik inanç ve öğretisine felsefi açınımlar getiren, genişletip geliştiren ve çoğu kurucularının adlarıyla anılan alevi hareketleri Şehristani'nin verdiği bilgileri temel alarak sırasıyla incelemeyi sürdüreceğiz. Bunlardan bazıları toplumsal ve siyasi hareketler biçiminde örgütlenmiş ve kitleleri peşine takarak egemenlere karşı ayaklanmış. Zalimlere başkaldırmış, direnmiş, çokça kırılmış ancak yeniden toparlanmışlar. Bazıları ise marjinal gruplar olarak toplumu ve yönetimleri sarsmış, inançları uğruna canlarını seve seve vermekten çekinmemişlerdir. Ancak bunları tek tek incelemeye geçmeden önce, elbette ki Ali sonrası tarihsel olayları, gelişmeleri ve özellikle Kerbela olayını gözden geçirmekte yarar var. Önce J. Wellhausen'in Ali sonrası siyasi analizine kısaca göz attıktan sonra dönem hakkında görüş ve yorumlarımızı sürdürelim. "Ali, Osman'a karşı yapılan ihtilal hareketindeki grup başkanlarının önemli dayanağını oluşturan Iraklıları yanında tutmayı başarmış, yönetim merkezini Küfe'ye taşıyarak, dönek rakipleriyle kanlı bir çekişmeden sonra da olsa (Talha, Zübeyr, Ayşe ve Camel savaşı kastediliyor - İ.K.) Basra'yı kendi tarafına kazanmıştı. Muaviye'nin arkasında, uzun zamandan beri yönetmekte bulunduğu Suriye duruyordu. Onunla Ali arasındaki mücadele bir Suriye-Irak savaşına dönüştü. Bu mücadele Ali'nin öldürülmesiyle Iraklıların aleyhine sonuçlandı. Ancak bunlar Muaviye'nin kurduğu devlet içindeki birliğe zorla ve görünüşte katıldılar. Ali, ölümünden sonra Suriye boyunduruğuna karşı muhaliflerin bayrağı oldu. Iraklılar, Küfe'nin İslamın merkezi olduğu ve devletin merkez hazinesinin sahip bulunduğu kısa devreyi, idealleri olarak anılarında korudular. Böylece Irak'a yerleşen Şia önceleri parti değil, bütün eyaletin siyasi düşüncesinin ifadesiydi. Hemen hemen bütün Iraklılar ve özellikle Küfeliler, tek tek değil bağlı bulundukları kabile başkanlarıyla birlikte Şii'ydiler. Aralarında derece farkı olmakla birlikte Ali bunlar için, yurtlarının kaybedilmiş ihtişamı, yitirilmiş büyüklüğü anlamına geliyordu. Yaşadığı yıllarda sahip olmadığı, şahsına ve ailesine karşı büyük hürmet ve itibar, işte bu düşünceden doğmuştur. Ancak, Ali'nin adına bağlı gerçek kült, karanlık bir tarikatın kucağında çok daha önceden faaliyet göstermekteydi. Muaviye, Irak'ı itaatı altına alır almaz, Mugira b. Şube'yi Küfe'ye vali olarak atadı. Ondan her Cuma namazında mimberden Ali'ye lanet okumasını, küfretmesini istedi…" (J. Wellhausen, agy, s.90 vd.)

J. Wellhausen, bu siyaset analizinde kuvvetle altını çizmemiş olsa da, aslında çok önemli olan Ali'nin adına bağlı ikili muhalefet gerçeğini ortaya koyuyor. Birincisi, başta Küfeliler olmak üzere Irak eyaleti kentlerinde yaşayan büyük toprak sahipleri, kabile başkanları ve beş yıllık hilafet döneminde Ali'nin yönetim çevresini oluşturan askeri aristokrasisi gibi sınıfların Şii muhalefetiydi. Bu ayrıcalıklı yüksek sınıflar "kaybetmiş oldukları ihtişama" kavuşmak, "merkezi devlet hazinesini" ellerine geçirmek için Ali'yi bayrak yaparak partileşmiş Şia idi.

Bunlar çıkarlarının doğrultusunda Ali yandaşı, yani Şia olmuşlardı. Yaşadığı muhalefet yıllarında ona itibar etmeyen bu kesimlerin amacı, şimdi Ali'nin anısını ve evlatlarını kendilerine bayrak yapıp kitleleri peşlerinden sürükleyerek - sadece Şam'ın boyunduruğuna muhalefet etmek için değil - iktidarı onların adına elde etmek ve kendileri kullanmaktı. Bunların iktidarı hem zor kullanarak hem de siyasi hilelerle ele geçirmiş Şam yönetimini oluşturan sınıflardan farkı yoktu. Ancak Şam'dakiler daha güçlü, baskın ve zorbaydılar. Küfe'deki bu yüksek muhalif sınıfların dini de -adının Şii olması hiç farketmiyor - ortodoks İslamdı. Bir taraf, yani Emeviler Ali'den nefret ederek, onu lanetleyerek İslam İmparatorluğunun başında otururken, diğer taraf, yani Iraklı Şiiler Ali sevgisi gösterisi içinde onun adından ve aile bireylerinden yararlanarak iktidarı yakalamak umuduyla muhalefet oldular. Ama savaşım gerektiğinde, göğüs göğüse vuruşmak gerektiğinde saf değiştirmekte tereddüt etmediler. Örneğin Küfeli Şiiler çok sever göründükleri Ali'yi de, onun oğulları Hasan'ı ve Hüseyin'i de, Hüseyin'in torunu Zeyd'i de kandırıp onların katledilmelerine neden oldular. Çünkü üst sınıflar olarak iktidarla kesimsel çelişkileri sadece toprak, ganimet ve köle paylaşımından daha kazançlı çıkmaya ilişkindi. Çelişkileri, yaşamda kalıp kalmama, can pahası mücadele değildi. Bu sınıfların iktidar ve muhalefetler olarak yaşaması, avam diyerek aşağıladıkları halkın; yani yoksul çoğunluğun ve emekçi kölelerin sömürülmesine, onların tam bir baskı altında tutulmasına bağlıydı.

O dönemde muhalif halk çoğunluğu da, Ali'ye ve onun soyundan gelenlere, yani Ehlibeyt soylulara karşı nefret ve sevgi temelinde bölünmüşlüğü yaşıyordu. Sınıfsal çıkarları çeliştiği için Şam iktidarı, ne Ali hilafeti yönetim çevresi tarafından Nehrivan'da kırılan Haricilere yardımcı olmuş, ne de onu katlettikten sonra, bu büyük nefretlerinden dolayı onlara sahip çıkmıştır. Tam tersine 657'den 749'lara, yani Emevi hanedanlığı yokoluncaya dek Harici hareketlerini her yerde ezmiştir. Uzun dönemli bir halk hareketi olan Haricilik, dönemin nesnel koşullarında yanlış yönlendirilmiş, daha fazla Kur'an'a bağlı ve daha iyi müslüman olduğunu iddia eden ortodoks karakterli başkaldırılar olarak sürdü. Gelecekte Abbasiler zamanında alevi halk hareketleriyle bütünleşip kaybolacaktır…

Wellhausen'in Ali sonrası siyasi analizinde belirttiği ve "Ali'nin adına bağlı gerçek kült, karanlık bir tarikatın kucağında çok daha önceden faaliyet göstermekteydi" cümlesiyle geçiştirdiği ikinci muhalefeti, kuşkusuz Sabailer oluşturuyordu. Yukarıda açıkladığımız gibi, Ali'nin 661'de katledilmesinden sonra Abdullah İbn Saba, onun ölmediğini, gökyüzünde bulutlara büründüğünü ve soyundan gelenlerle başka bir donda dünyaya inip kendilerini kurtaracağını yayıyordu. Halife olmasında çok önemli rol oynamış Sabailer'in, Küfe merkez yapıldıktan sonra Ali'nin Küfeli Şii hilafet çevresi tarafından geri plana itilmiş olduğu kesindir.

Ölümünden sonra da Iraklı Şii muhalefet, Ali'yi tanrılaştıran bu muhalefet grubunu yanına almamış, tam tersine gulat (aşırı) sayıp dışlamış ve haklarında aynı şeyi düşünen düşmanları Emeviler karşısında onları yalnız bırakmaktan çekinmemişlerdir. Ali'ye isnat edilen "Abdullah İbn Saba ve yandaşlarını ateşe atma" eylemini gerçekleştiren, bizzat Emevi yönetimiydi. Ama, sadece ortodoks İslam adına, Ali'nin tanrılığına inandıkları için değil de daha çok Osman'ın katilleri olarak ateşle cezalandırmış olmalılar. Böylece yeni başkaldırı hareketlerine de gözdağı vermiş oluyorlardı. Önderleri öldürülen Sabailer yeraltına itilmişlerdi. Julius Wellhausen'in dediği gibi "Ali'ye bağlı gerçek kült (inanç) karanlık tarikatın kucağında" gelişiyor, yoksul halkın, kölelerin-azatlıların kinleri büyüyordu. Ne, Muaviye ile uzlaşmak zorunda kalmış olan İmam Hasan'a, ne de Kerbela öncesi Hüseyin'e yaklaşamadıkları anlaşılıyor. Ama, Ali'nin ölümünden 20 yıl sonra Kerbela'nın öcünü almak için Kaysaniler (Hanafiyya-Muhtariyya) olarak ortaya çıkmaları, onların Muhammed İbn al-Hanefi (Hasan'la Hüseyin'in üvey kardeşi) çevresinde güçlendiklerini gösteriyor. Bu yıllar içinde Hasan ve Hüseyin'in Emevi yönetimiyle mücadeleleri ve Iraklı Şiiler'in tutum ve davranışlarına bir göz atıp, Kerbela olayına girelim..

II.II.1 Ali Gibi Pasifist Siyaset İzleyen Hasan ve Muaviye Anlaşması Üzerine

Sünni İslam dışında olan ve kendilerini Caferi diye adlandıran Şiiler ile Alevi-Bektaşiler, İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri için yas ayı kabul ettikleri Muharrem ayında oniki gün oruç tutarlar. Her yıl Kurban bayramının ilk gününden itibarın, üçüncü haftanın son günü başlatılan İslamın bu kesimleri için Muharrem orucu, aynı zamanda Tanrıya ibadet olarak algılanmaktadır. İmam Hüseyin'in şehit edildiği gün olan orucun sonunda Şiiler, zincirlerle döverek, kesici aletlerle yaralayarak kendilerine işkence ederler. Bu şekilde ızdırap çekerek, İmam Hüseyin'in o korkunç ve dayanılmaz acılarına ortak olduklarına inanırlar. Alevilerde ise, hiç su içmedikleri Muharrem orucu, onikinci gün aşure çorbasının pişirilip dağıtılmasıyla son bulur. O gece Cem yapılır ve Kerbela olayını anlatan, saz eşliğinde özel makamla okunan Mersiyeler (ağıtlar) söylenir; şehitler için ağlar, gözyaşı dökerler ve Yezid'e lanet okurlar Cem'e katılmış olan canlar. Yine Alevi-Bektaşilerin Muharrem dışında da Görgü Cemleri, "Cem Birleme" adını verdikleri tören, su ya da şerbet dağıtılırken, İmam Hüseyin ve Kerbela şehitlerini anan övgü ve sevgi nefesleri söylenerek (tevella), Yezit ve Muaviye'ye lanetler okunarak (teberra) sona erdirilir.

İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Kerbela kırımı ve İmam Hasan ile Hüseyin üzerinde, nesnel bakış açısından yaklaşımla yorumlamayı deneyeceğiz.

Ali, İbni Mülcem adlı Harici tarafından şehit edildiğinde (661) ikinci imam Hasan otuz yedi yaşında bulunuyordu. Al Müctaba (seçkin, seçilmiş) sıfatını taşıyan Hasan'ın Muaviye'ye boyun eğmesi ve onu İslam halifesi olarak kabullenmesi iki türlü değerlendirilmektedir:

Birinci değerlendirmede Hasan acımasızca eleştirilerek halifeliği savaşsız Muaviye'ye teslim ettiği için onunla alay edilmiş, Batılı ve tarafsız(!) görünen bazı tarihçiler tarafından, kadınlara aşırı düşkün, öngörüsüz, iktidarsız, lüks ve rahat yaşam isteyen biri olarak betimlenmiştir. Hatta J. Wellhausen, "Hasan, hak ve hukukunu şerefsizce satmıştır" diyerek eleştiriyi hakarete vardırmıştır. (Julius Wellhausen, agy, Ankara-1989, Çev. Fikret Işıltan, s. 157) Avrupa merkezci idealist tarihçiler, İmam Hasan'ı alçaklık ve korkaklıkla suçlamış; Emevi ve Harici yandaşı, daha sonraları Abbasi dönemi Sünni tarihçi yazar ve şairlerin anlattıklarını temel almışlardır.

Şii tarihçi ve yazarlar bu değerlendirmeyi asla kabul etmezler. Onlar, Küfeli Şiiler ve orada bulunan ordunun başındaki Medineli ve Mekkeli Ali dostları tarafından seçilen Hasan'ın halifelikten çekilmesini, alçakça bir zayıflık ve korkaklık değil, tersine gerçekçi ve şefkat-merhamet dolu bir olay olarak gösterirler.

Yaklaşık 40 bin kişilik ordunun başında, babasının öcünü almak için Haricileri takibeden Hasan, Muaviye'nin başında bulunduğu Suriye ordusuyla karşılaştı. Kendisine haber gönderip müzakere isteyen Muaviye, öbür yandan Küfeliler arasına soktuğu gizli adamlarıyla yaydığı yalan haberler ve rüşvetle Hasan'ın ordusunu parçaladı. Çeşitli kabilelerden oluşan birlikler uyuşmazlığa düştüler ve Hasan'ı yüzüstü bıraktılar. Bir kısmı ona başkaldırdı, bir kısmı Muaviye ordusuna katıldı.Hatta Hasan'ın çadırını yağmalamaya giriştiler. Dolayısıyla Hasan yanında kalan bir avuç yandaşıyla yakınlarının kanı dökülmesin diye halifelikten vazgeçip Medine'ye çekildi. (Moojan Momen, An Introduction to Shi'i Islam, Yale University Press-1985, s.26-27)

Elbette ki Hasan, ne bir korkak ve alçaktı, ne de onursuzca hukukunu satmıştır. Ancak İmam Hasan; kurnaz bir politikacı olmakla birlikte, hem silah hem de ekonomik zenginliği elinde bulunduran egemen sınıfların temsilcisi Muaviye tarafından rahatlıkla tuzağa düşürülecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. Hasan'ın hasmı öylesine kurnaz ve hilekar politikacıydı ki, Sıffin savaşında kaybetmek üzere olduğu anda bile durumu lehine çevirebilmişti. Oysa Ali, Muaviye ve Amr ibn ül As'ın hileleriyle, yendiği halde yenilmiş sayıldığı sözü edilen savaşın hemen arkasından, toparlanamadan Muaviye'nin üzerine gitmesi gerekirken, arkadan vurmamaları için, kendisini terkeden Hariciler'e yüklenmiş ve bir süre sonra onların büyük bir kısmını Nehrivan'da kılıçtan geçirmişti. Küfe'yi Halifelik merkezi olarak hazırladıktan sonra bunu yapması Muaviye'yi daha da güçlendirmiş, hatta o bu arada aynı hilekar siyasetiyle Mısır eyaletini de ele geçirmişti.

Hasan'ın durum değerlendirmesi yapmadan, gücünü ve ordusunun sadakatini tam anlamadan, asıl düşmanını gözden kaçırarak, salt babasının öcünü almak için Haricilerin üzerine gitmesi doğru değildi. Çevresinin etkisiyle Hasan'ın bu aceleciliği, Muaviye'nin çok işine yaradı. Muaviye, Küfe'deki Halifelik yönetim çevresindeki sınıfların tereddütlerini ve asıl olarak, Hasan'ın, bir ihtilalle babasını halife yapmış olan aşağı sınıflardan halklarla, yani Sabailerle ilişkilerinin kopukluğunu gördü. Çıkar gruplarını rahatlıkla satın aldı. Müzakereler sırasında Hasan'a, kendi durumlarının tıpkı Ebubekir ile Ali arasındaki halifelik anlaşmazlığına benzediği haberini göndermişti. Ebubekir'i tutan kabile şeflerinin çokluğu yanında, yönetime daha layık olsa bile Ali'nin zayıf oluşu, onu evine kapanmaya zorunlu kılmıştı. Hasan'ın böyle yapmak zorunda olduğunu açık açık söylüyordu. İşte Hasan, Muaviye'nin bu değerlendirmesinin doğruluğunu görerek, babası gibi evine ve inancına sığınmak zorunda kalmıştır. 17.yüzyılda yaşamış, 4. İmam Zeynelabidin'in oğlu Zeyd soyundan gelen Senirkentli Veli Baba, Menakıbname'sinde anlaşmayı dönemin Türkçesiyle şöyle anlatmaktadır:

"Hz. Murtaza'nın şehadetinden sonra bivefa Küfi'lerin (vefasız Küfelilerin) teşvikiyle Şam üzerine ordu çekmiş ise de, Anbar nahiyesinde Şam askeri karşıladığından ve zati alisi bu yolda sefk-i dem (kan dökmek) istemediğinden Muaviye ile beş şart üzerine, Muaviye'nin teklifi vechile hicretin kırkbirinci senesinde (M.661) hakk-ı hilafetini ana terketmiş. Ve ol şartlardan evvelkisi şart: Hz. Ali K.V.ye la'n ve şetim (lanet ve küfür) olunmaya. İkincisi: İmam Hüseyn Muaviye'ye tebaiyyet itmeye ve biat teklifinden muaf tutula. Üçüncüsü: Şam valisi Muaviye yerine kimseyi kaimmekam kılmayub (yerine kimseyi tayin etmeyip), andan sonra İmam Hasan Halife-i Resulullah ola. Hz. Ali taraflısı olan bazı rical (ileri gelenler) incitilmeye ve hapishanede ise koyverile. Beşincisi: Her sene İmam Hasan Basra'dan ikiyüz bin guruş ala (Kuruş, gümüş dirhem karşılığı olabilir - İ.K.) Zira Şah-ı vilayet (Hz.Ali) şehid oldu. Yirmi iki evlad ve dört nisa'ye (kadına) sekizyüz guruşluk malı kaldı. Bu sebebten Evlad-ı Ali cümlesi fakıyr idiler. Lakin Muaviye beş şartın dördünü kabul ittim. Beşincisi La'nı Ali ve sebbi Ali (Ali'ye lanet ve küfür) olmamak kabil değildir. Meğer ki İmam Hasan kanğı camide bulunur ise, o camide sebb ve la'nı Ali olunmasın, başka olmak mümkün değildir, didi. Hah-ı nahah (ister istemez) tarafeynden kabul ittiler. Badehu (bunun üzerine) dairesi halkıyla (Hasan) Medine-i Münevvera'ye giderek kuşe-i inzivaya çekilmiş idi." (Veli Baba Menakıbname'si, Haz. Doç.Dr. Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.82)

Hasan'ın ne denli yalnız kalmış olduğu, bu koşulların ileri sürülüp kabul edilmesinden anlaşılmaktadır. Sorumluluğunu yüklendiği ailesini açlığa tutsak kılmamak için, babasına cami mimberlerinden küfredilmesini bile sineye çekmiştir Hasan. Kuşkusuz sadece Hasan tarafından değil, ailecek kabul edilmiştir bu onur kırıcı koşullar. Çünkü, Ali ailesinin başka kurtuluş yolu yoktu. Ancak Hasan aile içinde seçilmiş ikinci İmam olarak barışçıl (pasifist) siyasetini ölümüne kadar sürdürmek zorunda değildi. Eğer Hasan Muaviye ile savaşa girseydi, Kerbela olayıyla Hüseyin'in taşıdığı büyük tarihsel onur onun olurdu. Ama Ali soyu, Ehlibeyt soyu tümüyle yokolurdu. Çok hırslı ve kindar bir düşman olan Sufyan oğlu Muaviye, Hasan ve yanındakileri öldürmekle kalmaz, Medine'ye ve Mekke de saldırır, tüm Haşimi sülalesinin sonunu getirirdi. Ali Muaviye için, "sen ve baban istemiyerek ikiyüzlülükle İslam'a katıldınız. Peygamberin vefatıyla da eskiye döndünüz cehaletiniz bitimsiz", dememiş miydi? Cehalet devrinin büyük kin ve düşmanlığı bitimsiz sürüp gidecekti.

Muaviye'nin, yapılan anlaşmada Hasan'a halifelikten vazgeçmesi koşuluyla çok cömert davrandığı görülüyor. Hasan ve yandaşlarına genel af dahil, ailesinin Medine'de rahatça yaşaması için yüklü bir mali kaynak sağlamıştı. Bazı kayıtlara göre ise, daha ileride Muaviye'nin ölümü üzerine halifeliğin Hasan'a devredileceği koşulu bile vardı. Yapılacak olan bir savaşın kendisine daha pahalıya malolacağını bilen Muaviye bunlara seve seve razı görünecekti. Halifeliğe ilişkin madde anlaşmada gerçekten varolmalıydı ki, Hasan buna inanmış ve sekiz yıl boyunca Medine'de, kendisine gelip Muaviye'ye başkaldırdığı takdirde, destekleyeceklerini söyleyen heyetlerin önerilerini reddetmiştir. Hiç kuşkusuz Hasan'ı ve kardeşi Hüseyin'i ayaklanmaya zorlayan, Ali'nin ölmediğini ve onun tanrısal özünün şimdi kendilerinde tecelli ettiğini inandıkları için bölük bölük onlara koşan Sabailerdi. Ayrıca Şii oldukları için Muaviye'nin valileri aracılığıyla Ali'ye küfrettirerek ağır baskı altında tuttuğu Küfe kaynıyordu.

M. Momen, "Muaviye İmparatorluk üzerinde öyle bir kuvvetli pençe geçirmişti ki, herhangi bir başkaldırı başarısızlığa uğrardı. Üstelik Hasan söz vermiş ve bir anlaşma imzalamıştı" diyerek, Hasan'ın ayaklanmamasına gerekçeler sıralıyor. (agy, s.28) Bizce Hasan bir isyanı yönetmeye kendisini yetkin göremediği için barışçıl siyaset izlemek zorunluğu hissetmişti. Zaten yapamazdı. Medine'de, anlaşma uyarınca Basra'dan gelen ekonomik yardımı kabul ettiği için bir çeşit gözaltı yaşıyordu. 661 ile 680 tarihleri arasındaki bu dönem, politikaya karışmamak koşuluyla verilen bu yardım, onlar için doğrusu bir zül idi. 19 yıl Ali ailesi bir ekonomik gözaltı olan bu ayıbı yaşadı. Hasan hep Muaviye'nin de anlaşmaya uyacağına inanmak istiyordu. Elbette ki uymadı ve 669 yılında, henüz kırkaltı yaşında bulunan Hasan'ı öldürttü. Büyük olasılıkla Muaviye, Hasan'ın artık isyancılardan etkilenmeye başladığı ve harekete geçeceğinden kuşkulandığı için onu zehirleterek ortadan kaldırmıştı.

Hasan'dan sonra imam olarak Ali ailesinin başına getirilen Hüseyin'in on yıllık Medine yaşamı da farklı geçmedi. Hasan'ın öldürülmesi Ali ailesini iyice sindirmişti. Muaviye yaşadığı sürece onları bu anlaşmaya uymaya zorladı ve gözaltı sürdü. Oysa Küfe'de Hasan'ın ölümünden iki yıl sonra (671) Hucr İbn Adi al-Kindi isyanı patlak vermişti.

Muaviye, camilerde minberden Ali'yi lanetlemeyi bir siyaset kurumu haline getirmişti.(*8) Bu siyasete bilinen ilk tepki Hucr İbn Adi başkanlığında bir avuç Küfeli Şii'den geldi. Al Kindi kabilesine mensup Hucr İbn Adi, Sıffin savaşı dahil diğer birçok siyasi olayda Ali'nin yanında bulunmuş ve onun tarafından yetiştirilmişti. 671'de Muaviye yönetimine karşı başkaldırdı. J.Wellhausen, Ebu Mihnef ve Taberi'den kaynaklanarak olayı çok geniş biçimde ayrıntılamaktadır. (agy, s.91-98) İsyan kolayca bastırıldı ve Hucr, altı arkadaşıyla birlikte Şam'a götürülerek Muaviye tarafından idam edildi. Bu yediler, Şiiler tarafından ilk şehitler olarak kutsanır ve saygı görürler. (M.Momen, agy, s.28)

I. II. 2 Hüseyin ve Kerbela Olayı:
Şiilik Ortodoks İslam Olarak Tarihte Yerini Alıyor

Bize göre bu Hucr ve arkadaşları (yediler), ortodoks Şii değil, Sabai idiler. Çünkü Ali'yi canlarını uğrunda hiç çekinmeden verecek kadar, taparcasına seviyordular ve ona bağlıydılar. Kutsadıkları varlığın lanetlenmesine dayanamamış, isyan etmişlerdi. Muaviye onlara, Ali'yi inkar ettikleri takdirde canlarının bağışlanacağını söylediği halde, sevgi ve bağlılıklarından asla ödün vermediler. Muaviye'nin yandaşı olan Ayşe'nin bile kızıp karşı tavır aldığı bu olaya Hüseyin ve Ali ailesinin davranışı yahut haberli olup olmadıkları hakkında bir bilgi yoktur. 70-80 yıl sonra, Hucr'ün mensup olduğu Al Kinda kabilesinden Banu Kinda'nın güçlü partisi, Sabailiğin devamı ve daha gelişmiş kolu olan Mansurilerle birlikte halife Abdülmelik'e başkaldırmıştır.

Başta Hucr'ün arkasından gitmekten çekinen kabile üyeleri, Sükun'lu Malik b. Hübeyre'nin hapse atılmış bazı isyancıları parayla da olsa kurtarmasından sonra harekete katıldılar. Ziyad tarafından Şam'a götürülmüş olan Hucr ve arkadaşlarını kurtarmak için silaha sarılarak yürüyüşe geçtiler. Malik'in başında bulunduğu kuvvet Şam'a yaklaştığında, Hucr ve arkadaşlarının idam edildikleri haberi gelmişti. Onları serbest bırakması için Muaviye'ye ricacı göndermiş olan Malik b. Hübeyre çok öfkelenmiş, saldırıya hazırlanıyordu. Siyaset kurnazı Muaviye onları silahla karşılayarak, isyanın büyüyüp genişlemesine meydan vermedi. Onları parayla karşıladı. Muaviye'nin 100 bin dirhem (gümüş) göndererek Malik'in öfkesini yatıştırdığı ve kendisinin haklılığına onu inandırdığını öğreniyoruz. Açıkça görüldüğü gibi, Muaviye Sükun kabilesi başkanı Malik b. Hubeyre'yi 100 bin dirheme satın almış ve isyanı bastırmıştı. Bu olay, kabile aristokrasisinin inanç değil çıkarlar doğrultusunda hareket ettiklerinin en belirgin örneğidir. İşte Hüseyin'i Küfe'ye çağırıp, halife olarak başlarına geçirmek isteyenler toplumun bu kesimiydi.

Muaviye 680 yılında öldü. Şii yazarlara göre, sözde ölüm döşeğinde vicdan azabıyla kıvranıp durmuş. Yaptıklarından dolayı ufak bir vicdan azabı duyan adam, ölmeden önce oğlu Yezid'i halef olarak atayıp zorba bir hanedan yaratmazdı. Medine valisi Velid b. Akab, İmam Hüseyin'i Yezid'e biat etmeğe zorlayınca Mekke'ye göçetmişti. M. Momen şöyle yazıyor:

"İslam dininin kurallarıyla alay eden bir sarhoş olan Yezid'in halifelik makamına oturması namussuzca bir tecavüz, bir gasıptı. Küfe'de halk bir kere daha kaynaşmaya başladı. Artık Medine'ye Hüseyin'i Küfe'ye gelmeye ve kendilerine liderlik yapmaya zorlayan mektuplar ve haberler geliyordu"diye yazıyor. (agy, s.28)

Hüseyin'i çağıran, Küfe'nin nüfus çoğunluğunu oluşturan kozmopolit halkı mıydı? Hiç de öyle görünmüyor. J. Wellhausen'in açıkladığı gibi, Küfeliler ondan yanlarına gelmesini ve başlarına geçerek Emevi egemenliğine karşı ayaklanmasını istediler. Ancak, Hüseyin'e mektup yazanlar her kabileden nüfuz ve itibar sahibi kimselerdi. Ayrıca sayıca ve nüfuzca önde gelen Yemenliler de bulunmaktaydı. Kısacası kentin yerli zenginleriyle, Küfe'ye yerleşip varlık sahibi olmuş yabancı kabilelerin başlarıydı.

II. II. 2. a Hüseyin Müslim Akil'i Küfe'ye Gönderiyor

Hüseyin Küfe'den gelen çağrıları değerlendirmek istedi. Yezid'in valileri, hangi şehirde oturursa otursun onu boyun eğmeğe zorlayacaklardı. Bu nedenle Küfe'ye gitmeye ve orada şansını denemeye karar verdi. Başka çıkar yolu da yoktu. Ondokuz yıldan beri Medine'de yaşadığı ekonomik gözaltı Ali ailesini giderek yozlaşmaya itmişti. Zaten Medine zevk, eğlence ve mizah merkezi halini almış; buradaki Haşimiler siyasetten ve savaşlardan uzak, Peygamberin kabilesinden olma ayrıcalığının zevkini çıkarıyorlardı. Tanınmış doğubilimcilerden Franz Rozenthal'ın dönemin Arap yazarlarından derlediği, mizah-gülmece yaratıcısı Eş'eb ve torunu Şuayb'ın öykülerinde İmam Hasan ve oğullarının; Hüseyin'in kızları, Halife Osman'ın iki torunuyla evlenmiş Fatima ve Sukeyne'nin (Sakine) adları sıkça geçmektedir. Özellikle Sukeyne'nin eğlenceye düşkün ve birkaç kaç kez evlenmiş kadın olduğu belirtilmektedir. (Franz Rozenthal, Erken İslam'da Mizah, İstanbul-1997, Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Arslan, s.35,162-164; 48,92,107,204; 113-118, 132, 152, 172 vd.182) İmam Hüseyin bu yozlaşmayı ve kendi ailesinin prestijinin azaldığını görüyor üzülüyordu. Küfe'de istediklerini bulamazsa, büyük olasılıkla son İran şahı Yezdigerd'in kızı olan karısı Şehriban'ın ülkesi İran'a geçip, oraya yerleşmeyi düşünüyordu.

Hüseyin, Mekke'den hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim Akil'i gizlice Küfe'ye gönderdi ve ondan haber beklemeye başladı. Anlaştıkları üzere Müslim önce Sakif kabilesinden, beş yıl sonra Hüseyin ve Ali ailesinin öcünü almak için Kaysaniya adıyla büyük Sabai-Alevi hareketini başlatacak olan Muhtar b. Ubeyd'in evine indi. Bu gösteriyor ki, Hüseyin Küfeli ortodoks Şiilerden çok Ehlibeyti kutsallaştıran Sabai akımı yandaşlarına güveniyordu. Ancak Küfeli soylular Müslim Akil'i oradan alıp, Murad kabilesinin önde gelen zenginlerinden Hani bin Urve'nin evine yerleştirdiler. Çok dikkatli ve gizli propaganda toplantılarıyla, bir ay içinde yirmi bine yakın Küfeli Şii Hüseyin'e biad yeminiyle ihtilal ordusuna kayıt yaptırdı. Elbetteki bunları Şam'daki halife Yezid'in kulağına ulaştırmışlardı casusları. Yezid'in ilk işi, ılımlı ve harekete gözyuman Küfe valisi Numan b. Beşir'i görevden alıp, Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad'i onun yerine geçirmek oldu.

Ubeydullah daha Basra'dayken Hüseyin'in hedefi hakkında geniş bilgi edinerek gelmişti Küfe'ye. Buna karşılık, "evinde yabancı saklayan ya da yabancı görüp de haber vermeyen çarmıha gerilecektir" tehdidi işe yaramamış, Müslim Akil'in saklandığı ev ihbar edilmemişti. Sonunda Makil adında bir azatlıya 3000 dirhem vererek, onu harekete bağışlamak kandırmacasıyla tanınmış bir Şiinin evine sokmayı başardı. Müslim'e ulaşan Makil, Hüseyin'e biad ederek onun güvenini kazanıp aralarına girdi. Böylece Hani bin Urve'nin evinde olup biten herşeyi günü gününe vali Ubeydullah bin Ziyad'a bildirdi.

Herşeyi öğrenen vali, Hani bin Urve'yi konağına çağırıp, Şii eşrafın önünde dövdü, hakaret etti. Sonra idam edip Kasaplar Pazarında astırdı. Ne kendi kabilesi ve ne de diğer Şiiler onu kurtarma girişiminde bulunmadı. Ayrıca gelişigüzel birkaç kişi daha yakalanıp kendi kabilelerinin oturduğu mahallelerde astırıldı. Ertesi gün Müslim Akil yanında bulabildiği taraftarlarıyla pazar yerinde toplandı, sözde valiye başkaldıracak, vuruşacaklardı. Bunu duyan Ubeydullah yanlarına geldi. Kendisiyle birlikte sadece otuz silahlı muhafız vardı. Ayrıca parayla satın aldığı en itibarlı Küfe Şiileri eşrafından yirmi kişi de yanında bulunuyordu. Ubeydullah'ın yerine, bizzat bunlar isyancıları dağılmaları için uyardılar. Müslim Akil tek başına kaldı. Sokaklarda sığınacak ev arayan Müslim'i, al Kinde kabilesinden dul bir yaşlı kadın içeri aldı. Ama kadının oğlu korkusundan kabile başkanına, o da valiye bildirince Müslim Akil yakalandı ve vali Ubeydullah tarafından idam edildi. Böylelikle Küfeli ortodoks Şiiler bir kere daha Ali ailesine ihanet ettiler. Bu kez, biraz Ubeydullah'ın kılıcının korkusundan, ama daha çok parasına tamah ederek ihaneti gerçekleştirdiler.

II.II. 2. b Hüseyin Bir Daha Dönmemek Üzere Mekke'yi Terkediyor

Kayıtlara göre İmam Hüseyin Küfe'ye gelmek üzere Mekke'den ayrıldığı gün (10 Eylül 680), Müslim Akil öldürülmüştü. Hüseyin'in Mekke'den ayrılmasına, başından gittiği ve dolayısıyla sorumluluktan kurtulduğu için, en çok sevinen vali İbn Zübeyr oldu. En yakın akrabalarından Abdullah b. Cafer'in oğulları kadınları ve çoçuklarıyla birlikte, 54 yaşında bulunan Hüseyin'le yola çıktılar. Abbasoğullarından kimse katılmadı. Sadece elli silahlı vardı yanında. Gerisi kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hüseyin Tanim'de, Şam'a giden bir kervanı ele geçirdi. Çünkü develere ihtiyacı vardı. Bundan sonra Küfe yolunu tutarak Zat, Irk, Vadi Zürrumme'den geçerek Hacir, Zerud ve Salebiye üzerinden Zübale'ye ulaştı. Burada Hac ziyaretinden dönen birkaç Küfeli de ona katıldı. Hüseyin çağrı mektupları ve imzalı biat yeminleri yanında bulunduğu için, düşlerinde Küfe'de sadık Şiilerle(!) yükselteceği büyük isyan hareketini yaşıyordu.

Hüseyin Salebiye'de Müslim'in acıklı öyküsünü öğrendi. Küfeli Ebu Mihnef'ten kaynaklanan J. Welhausen "bu haber üzerine, eğer öldürülen Müslim'in, kendilerine intikam hakkı ve görevi düşen erkek kardeşleri razı olsalardı, Hüseyin seve seve geri dönecekti" diyor. (agy, s.104) Bizce Hüseyin, yukarıdaki açıkladığımız nedenlerden ötürü Medine'den de, Mekke'den de bir daha geri dönmemek üzere ayrılmıştı.

Küfe valisi Hüseyin'in yola çıktığını çoktan öğrenmiş ve onu Küfe'ye sokmadan ortadan kaldırmanın yollarını arıyordu. Şam'daki halife Yezid'in kesin emri vardı. Veli Baba Menakıbnamesi'nde "Muaviye ölürken oğlu Yezid'e vasiyet idip, 'ben Ali ile Hasan'ın işini bitürdüm, cümle memaliki sana biat ittirdüm. İmam Hüseyin'in işini de sen bitür' diye vasiyyet eyledi" demektedir. (Veli Baba, agy, s.81) Yezid de halifeliğini elinden kaçırmamak için, bu vasiyeti yerine getirecektir.

Ubeydulah b. Ziyad, önce Kadisiye'den Tamimli Hür b. Yezid'in kumandasında bin kişilik öncü birlik gönderdi. Ama asıl, başında Muhammed'in sahabelerinden Sad b. Ebu Vakkas'ın oğlu Ömer'in bulunduğu 4000 kişilik kuvvet, Kerbela yakınlarında bekliyordu. Bu kumandana Yezid, Rey valiliği sözü vermişti. Hüseyin'e boyun eğdirdiği takdirde hemen gönderecekti. Hür b. Yezid, Küfe valisi Ubeydullah'tan, Hüseyin'e dinlenme olanağı kullanması ve onun bir kalede veya su kenarında konaklamasına izin vermemesi buyruğunu almıştı. Kendisini hemen arkasından izleyen bu öncü birlik yüzünden ne Ninive ne de Gadıriye ve Şefiye'de konaklayabildi. Hüseyin'i bir dost görünüşü altında herhangibir saldırıda bulunmadan öylesine yakından izliyorlardı ki, arkasında namaza duruyorlardı. Hatta Hüseyin'in susayan askerlere kendi sularından verdiği bile anlatılmaktadır.

Her fırsatta Ali ailesini ve yandaşlarını eleştiren, sıkça kusur bulan, onlara karşı düşmanca tavır koyan Julius Wellhausen, dönemin siyasi olaylarına her nedense Emevi hayranlığı içinde bakmaktadır. Burada da "Hüseyin, Hür'ün emrindeki birkaç atlıya saldırması için yapılan teklife uymadı; savaşı başlatan kişi olmak istemiyordu" (agy, s.106) diyor. Koca bir birlik, bir silahlı müfrezeydi bu, birkaç atlı değildi ki! , Hüseyin'in Küfe'ye yaklaşmasını önlemek için görevlendirilen ve Tamimli genç Hür'ün komuta ettiği bin kişilik askeri müfrezeye elli silahlı adamıyla saldırması Hüseyin için bir kurtuluş mu olacaktı? Tersine kurduğu dostluk ve gösterdiği sevgi, Hür b. Yezid'in tek başına da olsa, daha sonra Hüseyin'in yanına geçmesini sağlamıştır. Hür Hüseyin uğruna şehit olmuştur.

II.II. 2. c İmam Hüseyin Kerbela Çölünde Ölümüne Direniyor

Hüseyin sonunda Fırat'a uzak olmayan susuz bir alanda, "kısır, çorak" anlamına gelen Akr köyüne yakın bir yerde, Kerbela'da konaklamaya zorlandı. Ömer b. Sad, Hazar Denizi kıyılarında ayaklanmış olan Daylamlıları bastırma amacıyla Küfelilerle oluşturduğu 4 bin kişilik ordusuyla, aldığı emir üzerine Hüseyin ve adamlarını kuşattı. Görüldüğü gibi, Hüseyin'i çağırıp başlarına geçmesini isteyen, biat yemini imzalayan Küfe'nin saygın kişileri, şimdi Ömer b. Sad'ın komutasında düşman olarak karşısında bulunuyorlardı. Ali ailesini sevdiklerini ve onların Şiası (yandaşı) olduklarını ileri sürenler, inançları uğrunda şavaşa girmemişler, ama, Ömer b. Sad'la Cihad'a katılmaktan çekinmemişlerdi. Çünkü, Cihad'ın ardında ganimet vardı, mal, para, toprak kazançları vardı. Kısacası, korkuyla ya da zorlanarak katılmış değillerdi bu orduya...

Ömer b. Sad, Hüseyin'e buraya niçin geldiğini sordurduğu zaman, o da kendisinin yanında bulunan Küfelilerin davet mektuplarını çıkarıp göstermişti. Ama, şimdi artık burada kalmasına bir gerekçe bulunmadığını, çekilip gitmesi için izin verilmesini istedi. Taberi'nin Duhni'den rivayetine göre Hüseyin, Medine'ye geri dönmek ya da sınır boylarında kafirlere karşı savaşmak, hatta Şam'a Yezid'in yanına gönderilmek istiyordu. Ama, yine Taberi Tarihi'nde, Abu Mihnef'in "Hüseyin'in bunlardan hiçbirini istemediği, yerinden ayrılmak niyetinde olmadığı" görüşüne de yer verilir. (J.Welhausen, agy, s.107) Bizce Ömer b. Sad ile istişareleri sırasında, Hüseyin gerçekten sınır boylarına gitmek isteği göstermiş olmalıdır. Çünkü buradan onun, İran'a geçmek ve oralarda güçlenerek ve herşeyi talan edilmiş, toprakları ellerinden alınarak kendi topraklarında köleleştirilmiş Arap olmayan halkların başında bir ihtilal yapma niyeti sezilebilir. O topraklara gitmek için de Ömer b. Sad'ın ordusuna katılarak olmasa bile, koruması altında Irak'tan çıkması gerekiyordu. Ömer'i, böyle bir durumda, Küfelileri bu kez gerçekten Hüseyin'e kaptıracağı korkusu sarmış olmalıdır. Hemen arkasından Ömer b. Sad, Ubeydullah'la görüşmüş, ondan Hüseyin'in, Yezid'in halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği takdirde, bir yere bırakılmaması ve bu amaçla zor kullanması buyruğunu almıştı. Ayrıca, eğer bunu yapamayacaksa, ordunun komutasını derhal, buyruğu getiren Kays kabilesinden Şimr b. Zi Cevşen'e devretmesini istiyordu Küfe valisi Ubeydullah. Belli ki, babası Sad b. Vakkas İslam Peygamberinin sahabilerinden ve Ali'nin yakın dostlarından olması dolayısıyla Ömer'e fazla güvenmiyordu. Ömer b.Sad, başındaki orduyu yönlendirip Hüseyin'in tarafına geçseydi, tarihin seyri değişebilirdi. Hemen Küfe'yi alıp, Hüseyin adına yükselteceği büyük bir Şii isyanıyla iktidara yürüyebilirdi.

Ömer b. Sad, Rey valiliğinin elinden gideceği telaşı içerisinde, aynı günün gecesi boyunca saldırı hazırlıkları yaptı. Fırat tarafından sararak, suyun önünü kestiler. Hüseyin Yezid'e biat etmeyeceğini kesin bir dille söylemişti. Daha sonra kampında bulunan yakınlarına, Yezid'in istediğinin kendisi olduğunu, isteyen herkesin gidebileceğini içtenlikle açıklamasına rağmen, kimse onu terketmedi. Tek başına da kalsa şehit oluncaya kadar savaşacaktı. Düşmanlar çadırlarının önündeydi, karşılıklı konuşmalar yapılıyordu. Hüseyin'le birlikte ailesinden 18 ve yandaşlarından 54 kişi olmak üzere savaşabilecek toplam 72 kişi vardı. Gerisi kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu. Kampın suyu ve yiyeceği tükenmişti.

10 Muharrem Çarşamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu karşılıklı iki gücün vuruşması değil, bir imha savaşıydı, bir soyun kırımıydı. Bir yanda Şam halifesi Yezid'in 5 bine yakın askerli ordusu, öbür yanda 72 savaşçı. Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş dengesizlikte ve kural tanımayan bir çarpışmasıydı. Ortaçağ savaşlarında mertlik ve yiğitlik başkuraldı. Ama Kerbela'da tam anlamıyla kahpelik, döneklik, satılmışlık ve acımasızlık yaşanmış, din, ahlak ve insanlık kurallarının tamamıyla dışına çıkılmış, kişisel hırslar, bencillik ve çıkarlar önde tutulmuştur.

Hüseyin'in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe dövüşerek düştüler. Bazıları omuzlarına kırbaları, tulumları takıp Fırat'tan su almak için Ömer b.Sad'ın saflarını yararak, bazıları tek başına 15-20 kişiyle birden çarpışarak şehit oldular. Küfeli Şii askerlerin gözünü öylesine mal ganimet ve para hırsı bürümüştü ki, bir an önce bu bir avuç Kerbela mazlumunu ezip, Desteba'daki Daylamlılar üzerine cihad için yola çıkma acelesi içindeydiler. İslam dinini yayma adına kutsal cihadı düşünenler, İslam Peygamberinin torununu katletmenin inanç ve ahlaki sorumluluğunu akıllarından bile geçirmediler. Askerlerden komutanlarına ve valisine kadar hepsinin vicdanları körelmiş, insanlıklarını unutmuş, çıkar ve makamların tutsağı olmuşlardı. İçlerinde insanlığını anımsayan bir tek kişi, Tamim kabilesinden Hür b. Yezid oldu. Yezid ordusunun öncü müfrezesinin genç komutanı Hür tek başına Hüseyin'in tarafına geçti ve yiğitçe vuruşarak şehit oldu.(*9)

Hüseyin'in üvey kardeşlerinden Abbas su kırbası omuzunda, yalın kılıç safları yararak ırmağa ulaşan tek savaşçı olmuştu. Çadırdaki kadın ve çocukların "suuu, su!"diye inlemeleri, son kalan savaşçı erkek olarak onu öylesini etkileyip güçlendirmişti ki, yardığı saflardaki yüzlerce kişi engel olamamış, suya ulaşmıştı. Kırbayı doldurup attı omuzuna ve yine daldı safların arasına. Vuruşmaktan gücü kesilmek üzereydi. Korkularından yanına yaklaşamayan Yezid askerlerinden birkaçı gücünün kesildiğinin farkına vararak, arkadan önden saldırıp, iki kolunu birden omuzlarından budadılar. Kırbayı dişleriyle tutarak çadıra yetiştirmeye çabalıyordu. Üzerine oklar yağmaya başladı. Kırbayı delip suyu toprağa akıttılar ve Abbas'ın vücudunu delik deşik ettiler.

Buna rağmen sağ kalan tek yetişkin erkek olan Hüseyin, çadırda inleyen birbuçuk yaşındaki oğlunu alıp kollarıyla havaya kaldırarak ona olsun acımalarını, bir damla su vermelerini istedi. Bazı kayıtlara göre, Hüseyin çocuğunu havaya kaldırırken, Sad İbn Vakkas'ın oğlu Ömer onu gördü. Yanında duran keskin nişancılarından Harmele'ye "Harmele, Hüseyin'e bir cevap ver!" demesiyle, zalim okçu Hüseyin'in herkesin görmesi için elinde yükselttiği masumun boğazına nişan alıp bir ok gönderdi. Çocuğunu, babasının elinde şehit etti. (M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü Cilt 1, İstanbul-1960, s.246) Askerler giderek çemberi daraltmaya ve kadınların ve çocukların bulunduğu çadıra doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Hüseyin kılıç ve kalkanını alıp son gücüyle saldırdı. Birçoğunu tepeledikten sonra aldığı 33 kılıç yarası ve 34 darbeyle onu yere yıktılar. Kimsenin kafasını kesmeğe cesaret edemediğini gören Şimr, hemen kılıcını çekip Hüseyinin kafasını gövdesinden ayırdı. Askerler gerek Hüseyin'in başsız bedenini ve gerekse çadırdaki karısı, kızı, oğlu ve yakınlarının karısı çocuklarını soyup yağmaladılar, çırılçıplak bıraktılar. Hüseyin'in kesik başını alan Şimr, hasta olduğundan savaşa katılamayan oğlu Ali (Zeynelabidin) ve kadınlarla çocukları çıplak develere bindirip kafile halinde Şam'da haber bekleyen Yezid'e götürdü. Aynı Şimr'in 656'daki Sıffin savaşında Ali'nin şiası (yandaşı) olarak Muaviye'ye karşı çarpıştığı bilinmektedir. (J.Welhausen, agy, s.114, dipnt.40)

II.II. 2. d Kerbela Olayı Üzerine Şii Görüşünün Eleştirisi

Hüseyin, Irak'a yaklaşırken Küfe'de isyanın çökertildiği, Müslim Akil'in öldürüldüğü hakkında uyarılar almıştı. Doğrusu Şii tarihçileri, yolculuk sırasında konaklama yerlerinden birinde (Salebiye'de) Küfe'den korkunç haberi aldıktan sonra Hüseyin'in yanındaki yoldaşlarını toplayıp, kendilerini ölüm ve felaketin beklediğini, onlara anlatmış olduğunu kaydetmektedir. Hüseyin, bu noktada Medine'ye geri dönebilir, ya da kendisine yapılan Tayy kabilesinin dağlık bölgedeki kalelerine sığınması önerisini kabul edebilirdi. Bu hareket yollarını reddettiği gibi, Küfe'ye ve bir felakete doğru gitmekte ısrarlı olduğu için kendisini hemen terketmelerini bildirmişti.

M. Momen, bu konularda düşüncelerini belirttikten sonra, aynı sayfalarda Kerbela olayı ve Hüseyin'in büyük direnci, kendisini kurban edişi üzerinde çağdaş Şii tarihçilerinden S.H. M. Jafri'nin yorumundan, bazı ayrıntılar geçmektedir. Jafri özetle şunları söylüyor :

"Açıktır ki Hüseyin, karşılaşacağı tehlikelerin tamamıyla farkındaydı. Kafasında İslam toplumunun bilincinde bir devrime neden olmayı planlamış ve bir stratejiye sahip bulunuyordu. Ayrıca açık olan bir şey daha vardı; Hüseyin Hicaz'da kolay yapabileceği bir askeri desteği örgütleme ve harekete geçirmeye çalışmadı ve ne de mevcut herhangibir fiziksel gücü kendi çıkarı için kullanmayı denedi… Öyleyse Hüseyin'in kafasında ne vardı? Neden hala Küfe yönünde gidiyordu? Batılı İslam tarihçiliği, bütün dikkati Kerbela olayının hemen göze çarpan dışsal görünüşü üzerinde toplamış ve Hüseyin'in kafasındaki çatışmayı (ihtilafı) tartışarak içsel tarihi çözümlemeye asla uğraşmadığını göstermek doğrusu cansıkıcıdır.... Oysa bir bütün olarak Kerbela olaylarını dikkatli bir araştırma ve analiz, Hüseyin'in başlangıçtan beri, Müslümanların dinsel bilinç ve anlayışlarında tam bir devrim, bir ihtilal yaratmayı planladığı gerçeğini açığa çıkarır. Hüseyin'in davranış ve eylemlerinin hepsi gösteriyor ki o, askeri güç ve kudret aracılığıyla kazanılan bir zaferin daima geçici olduğu gerçeğinin farkındaydı. Çünkü daha güçlü bir iktidar zaman içinde onu çökertebilir. Fakat acı çekme ve kurban vermeyle kazanılmış yengi ebedidir ve insan bilinci üzerinde silinmez izler bırakır…"

Gerçek Jafri'nin düşündüğünden farklıydı. Hüseyin'in Mekke ve Medine halkından askeri bir örgütlenme yaratmasını sağlayacak somut koşullar yoktu. Yezid'in valilerinin ağır baskıları ve mensup olduğu Haşimi kabilesinin de siyasetten uzak durmaları için verilen paralarla ekonomik rahatlığa kavuşmuş olması, önemli bir engeldi. Ayrıca Hüseyin'in aristokrat tavrı da, bu kentlerdeki köleler ve yabancı (mevali) azatlılarla, yani emeğiyle geçinen aşağı sınıflarla ilişki kurmasına engel oluyordu. Ya da yönetimin baskısından bu ilişkiyi kuramamıştı. Oysa Ali'nin, Ehlibeytin gerçek destekleyicileri ve kendi ailesini kutsallaştıran, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyecek olanlar asıl toplumun bu kesimleriydi. Hepsi de, amansız koğuşturmalar yüzünden yeraltına inmiş olan Sabai örgütlenmelerine bağlıydılar. Daha sonraki yıllar üvey kardeşi Muhammed Hanefi bunu başaracaktı. Hüseyin ise siyasetini, Hicaz dışındaki kabile başkanlarını kutsal aile ayrıcalığıyla kendisine çekmeye bağlamıştı. Bir de, daha önce sözünü ettiğimiz İran'a, İslam İmparatorluğunun sınır boylarına ulaşmak gibi bir hedefi olabilirdi…

Jafri yorumunu tam bir idealist diyalektik içinde sürdürmektedir:

"Eylem ve karşı eylem (action and reaction) arasındaki mücadele ve çatışmanın doğal gelişimi şimdi gündemdeydi. Yani, Muhammed'in ilerici İslamcı eylemi (progressive İslamic action), İslamöncesi putperestlik pratiğinin düşünme yöntemleri içerisinde Arap tutuculuğunu bastırdı. Fakat otuz yıldan daha az bir zaman içinde bu Arap tutuculuğu, Muhammed'in aksiyonunu bir kere daha değiştirmek ve bozmak için, güçlü bir reaksiyon (karşı eylem) başlatmıştı. Yezid'in karakterinde tam iktidar oldu. İslam şimdi, Hüseyin'in düşüncesinde, eski Arap reaksiyonuna karşı Muhammed'in aksiyonunu (eylemini) yeniden etkin kılmanın korkunç gereksinimi içindeydi ve bunun için tam anlamıyla bir sarsıntıya muhtaçtı…Hüseyin'in, İslama ilişkin ilkelere açıkça reaksiyon gösteren Yezid'i kabul etmesi, Muaviye ile Hasan'ın durumunda olduğu gibi sadece politik bir düzenleme anlamına gelmeyecekti, aynı zamanda Yezid'in karakteri ve yaşam yolunu onaylamak olacaktı…Hüseyin, sadece silahlı gücün İslam eylemini ve bilincini kurtaramayacağını anladı. Ona göre büyük bir sarsıntıya, kalpleri ve duyguları sarsmaya gereksinim vardı. Bunun, sadece acıçekme ve kendini kurban verme sayesinde başarılacağına karar verdi. Bunu anlamak, özellikle Sokrates ve Joan of Arc (Jean d'Arc) gibi idealleri için ölümü kucaklayanların kahramanca eylemleri ve fedakarlıklarını iyi değerlendirenler için anlamak zor olmayacaktır. Bunların hepsinin üstünde, insanlığın kurtuluşu için İsa'nın kendini feda etmesi örneği vardır…" (M.Momen, agy, s. 31-32)

Elbette onuru, düşünce ve inançları ve büyük idealler için canını vermiş kişilerden insanlık çok şey öğrenmiş, onlar çağlar boyu kendilerinden sonra gelenler için, erdem, yiğitlik, korkusuzluk ve haksızlığa direnme örnekleri oluşturmuşlardır. Hüseyin de bu örneklerden biridir. Hüseyin'in büyüklüğü, Yezid'in haksızlık ve zalimliğine boyun eğmemek için, bir avuç yandaşıyla 4-5 bin kişilik silahlı çıkarcı güce Kerbela çölünde ölümüne direnmesiydi. Jafri'nin yazdığı gibi, Hüseyin ailesini yanına almış, çeşitli uyarılara rağmen "kalplerde ve duygularda büyük sarsıntı yaratmak ve İslam İmparatorluğunu sarsmak için" Mekke'den kefene dolanıp çıkmamıştı. Ölüme değil, kurtuluşa ve - doğrudur - "Muhammed'in aksiyonunu" yeniden yükseltmek için, onun gibi mücadele vermeye gidiyordu.

Jafri'de inanç duyguları iyice ağır basmış olmalı ki, sonraki satırlarda Hüseyin'in, babasının kuzenlerinden İbn Abbas'ın, ailesi ve çocuklarını götürmemesi yönündeki uyarılarını tutmayışını şöyle açıklıyor :

"Karşı güçlerin vahşi doğasının genişlemekte olduğunun farkına varan Hüseyin, kendisini öldürdükten sonra Umeyyeoğulları'nın (Emevi yönetiminin) kadınları ve çocuklarını esir alıp, Kufe'den (Neredeyse Akr köyüne yakın Kerbela'dan, demesi kalmış. İ.K) Damascus'a (Şam'a) götüreceğini biliyordu. Muhammed'in esir edilmiş ailesini götürecek bu kervan Hüseyin'in mesajını halka iletecek, reklamını yapacak ve Müslümanların kalplerini bu trajedi üzerinde düşündürmeye zorlayacaktı." (agy, s.32)

Tarihsel sonuçları bilen çağdaş Şii yazarın, Hüseyin'in de kendi başına gelecekleri aynısıyla bilerek Mekke'den ayrıldığını sanki gerçekmiş gibi ileri sürmesi onu yüceltmiyor. Tersine küçük düşürüyor, başlarda anlattığı, bazı nedenlere dayandırıp bir sonuca vardıran diyalektiği de ortadan kaldırıyor. Bu anlayış, Hüseyin'in kendi alınyazısını bildiği ve buna engel olabilecek her türlü yardım ve kurtuluş önerilerini reddettiğine inanan Şiilerin (ve gelenekçi Alevilerin) anlayışıdır. Onlara göre Muhammed, torunu Hasan'ın ağzından, Hüseyin'in ise boynundan öper ve ağlarmış. Sorulduğunda, Hasan'ı ağzından zehir içirerek, Hüseyn'i boynunu keserek şehit edeceklerini söylermiş. Dahası Kerbela'da melekler ve cinler ordularını çekip, Hüseyin'e yardıma gelmişler, ama o kabul etmemiş. Örneğin, yukarıda dipnotta bazı kıtalarını verdiğimiz Hatayi'nin Kerbela şiirinde şu dizeleri görebiliyoruz:

"İmdadına geldi cafer-i cinni
Başında var idi yüzbin ecinni
Emreyle Hüseyin koymayak cannı
Ne yaman kastetti kafir murani


Emredin adem donuna girelim
Görünerek karşısına duralım
Anlar bize biz anlara vuralım
Yolunda dökelim bir damla kanı"

Hüseyin'in İsa'ya benzetilerek, dünya insanlığının kurtuluşu için kendisini ve ailesini kurban ettiği yargısı da fazlaca idealist bir yaklaşımın ürünüdür. İsa Peygamber de çarmıhta ölüme insanlığı kurtarmak amacıyla, isteyerek gitmemiştir. Ancak her ikisinin de hak bildikleri, doğruluğuna inandıkları yaşam biçimini oluşturan inancı sürüdürememektense ölmeyi yeğledikleri gerçektir. İsa'nın direnci, çarmıhtaki dayanılmaz büyük ızdırabıdır. Hüseyin ise en yakınlarının, gözleri önünde tek tek hunharca şehit edilmelerinin verdiği büyük manevi acıyla dolu olarak, son nefesine kadar vuruşarak direnmiştir.

II.II. 2. e İmam Hüseyin Ağlama ve Dövünme Duvarı Değil,
Zalimlerin Zulmüne Karşı Ölümüne Direnmenin Simgesidir

Hüseyin'in Kerbela'ya kadar yolcuğunu uzatması, ailesini ve kendisini ölüme götürmek için değil, tersine kurtuluş umudunu yakalaması içindi. Bu umut Hicaz ve Irak topraklarından uzaklaşmaya bağlıydı. Hüseyin'in bu yolla kurtuluşu, Emevi yönetimi altında ezilen, her türlü maddi ve manevi baskıyla sömürülen halkların da zamana yayılı (belirli bir zaman içinde) kurtuluşu olabilirdi. Yoksa Hüseyin, Tamimli Hür b. Yezid'in başında bulunduğu öncü kuvvetlere saldırsaydı yine aynı felaket yaşanacaktı. Küfeli askeri birliğin başındaki Ömer b.Sad'la, dolayısıyla Küfe valisi Ubeydullah ve Emevi Halifesi Yezid b. Muaviye ile görüşmelerin tam sekiz gün sürmesi, kurtuluş için Hüseyin'in bir çeşit gönüllü sürgünde ısrar etmesinden olmalıdır. Ancak yönetim onun gizli niyetlerinden kuşkulandığı için Kerbela'dan uzaklaşmasına izin vermemiş ve "Yezid'e biatı" dayatmıştır. Oysa Hüseyin, hangi görünümde gerekçeler gösterilirse gösterilsin, bunun nasıl bir gurursuz ve aşağılanmış bir tutsak yaşam olduğunu biliyordu. Kardeşi Hasan'ın, halifeliğini kabul ederek Muaviye ile yaptığı anlaşmayla yaşadığı 19 yıllık Medine esaretine, kesinlikle bir daha geri dönemezdi. Manevi ölümü değil, direnerek ölümü, nesnel yokoluşu tercih etti. İnsanın, toplum yararına yarattığı düşünce, inanç ve haklı dava uğruna ölümü, onun manevi olarak sonsuza kadar yaşamasını getirmiştir. Hüseyin, zalimlerin zulmüne ve haksızlığa karşı ölümüne direncin simgesi olarak hep yaşamış, bayraklaşmıştır. Onun yaşaması, Kerbela kırımıyla birlikte ortodoks İslam olarak tarihte yerini almış olan Şiiliğin, bu kırımı her Muharrem ayında "Kerbela Tragediası" gibi sunuşuyla, Şiilerin karalara bürünüp, zincirler ve kesici aletlerle vücutlarına acı verme törenleriyle olmamıştır. Hüseyin, ağlama-sızlama ve dövünmeyle simgelenen bir cansız duvar değildir. O, mücadelede, sabır ve direnişte hep yeniden can bulmuştur. Hüseyin'in tam 14 yüzyıldır yaşaması, onun öcünü almak adına ilk isyan ateşini yakarak, onun direnişi ve haksızlığa başkaldırısını kendilerine bayrak yapan, 684'lerde Sabai-Kaysani'lerle başlayıp, 15. ve 16. yüzyıllardaki Kızılbaş direnişlerine kadar süren yüzü aşkın ihtilalci Alevi hareketleriyle gerçekleşmiştir.

Emevi yönetimleriyle yaptıkları işbirliğine ek olarak Abbasi yönetimine de büyük vezirler ve valiler vermiş olan Ortodoks Şiiliğin ve Şiilerin Ali evladına, Ehlibeyte sevgisi ve bağlılığı hiçbir zaman Alevilerinki gibi olmamıştır. Şiilerin çağlar boyu sürdürdükleri, Muharrem ayında Kerbela Şehitlerine ağlama, yas tutma ve dövünmeler, (Küfeli) Şiilerin Hüseyin'e ihanetlerini ve Yezid ordusuna katılıp ona silah çekme günahlarını bağışlatmak içindir. Deyim yerindeyse, bu törenler, tövbe etme ve Hüseyin'den af dileme törenleridir; Küfeli ihanetçi Şiilerin Hüseyin'i şehit ettikten sonra kurdukları Tavvabin (Tövbeciler, tövbe edenler) geleneğinin sürdürülmesidir. Aşağıda genişçe anlatacağımız gibi, bu kişileri harekete geçirmiş olan suçluluk duygusuydu. Emevi yönetimine başkaldırarak sürdürdükleri mücadeleyi Kerbela'da Hüseyin'in tarafına geçerek sürdürselerdi, tarihin seyri değişebilirdi.

II.II. 3. Küfede Tavvabin (Tövbe edenler) Örgütlenmesi
ve Suçluluğun Bedelini Ödeme Çabaları

Hüseyin'in ölümünden kısa bir süre sonra, ihanetlerinin korkunç sonuçları karşısında Küfelilerin vicdanları rahatsız oldu. Tanrının yaptıkları bu ihaneti bağışlaması için, "Tövbe Edenler" örgütünü kurarak, Hüseyin'in öcünü almaya ve kendilerini bu uğurda feda etmeye andiçtiler. Yaşları altmışın altında olmayan kişilerden oluşan bu örgüt 100 kişiyle kurulmuştu. Başlarında Huzaa kabilesine mensup, Peygamberin eski sahabilerinden Süleyman b. Surad bulunuyordu. Bu kişi daha önce de Hüseyin'i Küfe'ye çağıran Şiilerin başındaydı. Bunun yanısıra Tavvabun veya Tavvabin (Tövbe edenler) adı verilen bu Şii örgütünün oluşturduğu birliğin başında Fezare, Ezd, Bekr ve Becile kabilelerinden dört başkan daha vardı. Yezid'in ölümüne kadar gizli kalan örgüt, Süleyman'ın toplantılarda sık sık yaptığı aşağıdaki konuşmayla, giderek genişliyordu:

"Altından buzağı yapıp ona taptıktan sonra eski İsraillilerin yaptığı şeyi siz de yapın! Musa onlara 'büyük günaha girdiniz, şimdi bu günahı ölümle silin' dediğinde onlar, ancak bu suretle suçlarından kurtulacaklarını anladıkları için, boyunlarını bıçağa uzatmışlardı. Şu halde siz de öyle yapın. Kendinizi ölüme adayın, kılıçlarınızı ve mızraklarınızı bileyin; kendinize savaş araçları ve at hazırlayın! Allahın yanında af aramanın yegane çaresi, sonunda mahvolsak bile kendimizi mücadeleye atmaktır. Ölülerin durumu, işlediğimiz suç yüzünden işkence gören biz yaşayanlardan daha iyidir."

Hepsi tam anlamıyla örgütün üyesi olmamakla birlikte, söylentiye göre 16 000 kişi savaşmak üzere yola çıkma sözü vermişlerdi. Ayrıca Medain ve Basra kentleriyle de ilişki kurulmuş bulunuyordu. (J.Wellhausen, agy, s.116-118)

Amaç Hüseyin'in öcünü almaktı. Gerek İslam İmparatorluğunda ve gerekse Küfe'deki siyasi değişiklikler dolayısıyla harekete geçme zamanı gelmişti. İlk hedefin, önce Küfe'yi ele geçirmek ve Ubeydullah'a boyun eğip, Ömer b. Sad'ın ordusuna katkıda bulunarak, Hüseyin'in katli suçuna ortak olan eşrafın kovulması isteniyordu. Süleyman ise buna karşı çıkmış ve asıl hedefe, yani Emevi yönetimine ve şimdi yeni Halife Mervan adına Elcezire bölgesinde savaş durumunda bulunan Ubeydullah b. Ziyad'a karşı onları yönlendirmişti. Böylelikle diğer kentlerdeki Şiilerle birlikte Küfe eşrafının da desteğini alacaklarını umuyordu. 15 Kasım 684'de, İbn Ziyad'a karşı savaşmak üzere Küfe yakınlarında Nuhayle'de toplanma kararı alındı.

Toplanma gününde 16 bine karşı, ancak 4000 kişi biraraya geldi. Birkaç gün sonra, her kabileden Araplar ve bazı Kurra (Kuran okuyanlar) ehlinden oluşan atlı ve iyi donatılmış bu Tavvabin birliği Kerbela'ya vardığında aralarında yabancı köleler ve azatlılar, yani mevali yoktu. Birlik tamamıyla Ortodoks Şiilerden oluşturulmuştu. Kerbela'da Hüseyin'in mezarının çevresinde bir gün boyunca geceli gündüzlü ağlayıp sızlayarak, hem kendisine karşı suçlu olduklarını itiraf ettiler, hem de öç almaya and içtiler. 19-20 Kasım 684, ilk Kerbela şehitlerini anma ve ilk matem törenlerinin yapıldığı tarih olmalıdır. Buradaki kalabalığın, aynı dönemde Hacı olmak için Kabe'yi tavaf edenlerden çok daha fazla olduğu bildirilmektedir. Buna dayanarak, J.Wellhausen'in Kerbela Şehitleri kültünü İranlıların değil Küfeli Tövbecilerin (Tavvabin) yarattıklarını söylemesi bizce de doğrudur. (agy, s.119)

Süleyman'ın başında bulunduğu Tavvabin Şii ordusu, Fırat kıyısı boyunca hareket ederek Karkısiye'ye, oradan da Habur ırmağı üzerinden Resulayn'de karargah kurdu. Burada dinlenme halindeyken, Ubeydullah'ın 30 bin kişilik beş Suriye birliğinden ikisinin 4 Ocak 685'te ansızın saldırmasıyla kuşatılıp darmadağın edildi. Yiğitçe çarpışan Tövbecilerin büyük bir kısmı öldürüldü. Sağ kalanlar geri çekilirken, zamanında kendilerine katılamayan Medain ve Basralı Şiilerle karşılaştılar. Ama artık iş işten geçmişti. Toparlanıp savaşı sürdüremediler.

Bu kişileri harekete geçirmiş olan sadece suçluluk duygusuydu. Bu çabayı Kerbela'da Hüseyin'in tarafına geçerek sürdürselerdi, kuşkusuz tarihin seyri değişecekti. Artık yapıp yapacakları tek şey gözyaşı dökmekti. Böylece, büyük yas içinde karşılıklı ağlaşıp dağıldılar. Bu uğurda ölenler ise ihanet suçluluğunun bedelini bir ölçüde ödemiş oldular.
.................
(*8)Emevilerin bu siyasetlerini fethettikleri, yayıldıkları ülkelerin en küçük birimlerine kadar götürdüklerini, 10.yy. Arap gezgini İbn Fadlan'dan öğreniyoruz: "Kharizm ülkesinde Ardakuva adında bir köy var. Burada oturanlara Kardaliya denilmektedir. Dilleri tıpkı kurbağa viyaklamasına benzemekte. Her namazın sonunda inananların emiri Ali bin Abi Talib'e lanet etmektedirler." (İbn Fadlan, Voyage Chez Les Bulgares de la Volga (Volga Bulgarları Arasında Gezi) Paris-1983, Fransızcaya Çeviren Marius Canard, s.14)

(*9)Alevi Görgü Cemleri sonunda, Hüseyin'i ve Kerbela şehitlerini anlatan nefesler (Mersiye) okunup "onların aşkına" su içilerek Yezid'e lanet (teberra) ve Hüseyin'e rahmet ve sevgi (tevella) gösterisinde bulunulur. Cem Birleme adı verilen bu törenlerde Kerbela olayı anlatılır. Tamimli Hür b.Yezid, isim benzerliğinden dolayı genellikle Emevi halifesi Yezid'in oğlu olarak bilinir. Babasına karşı çıkmış, onu lanetlemiş ve Hüseyin'e geçmiş bir oğul olarak adı Kerbela şehitleri arasında saygıyla anılır. Acaba büyük Alevi ozanı ve Kızılbaş Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail Hatayi de bu yanlışı bilerek mi yapmıştır? O da, kırkaltı dörtlük içinde anlattığı Kerbela olayında birçok dörtlükte Hür'ü övmekte ve Yezid'in oğlu olarak tanımlamaktadır. Olasıdır ki o bu yanlışı kasıtlı yapmıştır. Yezid diye nitelendirilen Osmanlı Padişahının, yani Kızılbaş düşmanının oğlu da babasına lanet edebilir bilincini yayacak bir propaganda sezilebilir özünde:

...
Ol Yezid'in bir evladı var idi
Gayetden pehlivan ismi Har(?) idi
Her ma'nada imamları görürdü
Kimseler de irşat etmezdi anı

Babası oğlana gayet kakıdı
Oğlan babasına lanet okudu
Oğlanın ervahı ezelden pak idi
Hidayet erişti buldu imanı

Sığındı Sübhana oğlan bindi ata
Çok ok uçurdular ermedi hata
Kerbela çölünde erişti zata
Öptü secd'eyledi tuttu demanı

Eğildi destini bir bus eyledi
Atasının ettiğini söyledi
İsmi Hır idi değişti
Hür oldu Gayetten sevdiler ol pehlivanı

-------------------

II. I. 2 Abdullah İbn Saba ve Sabailer


Alevilerin gerçek İslami atalarının Sabailer olduğu gerçeğini vurgulayarak konuya girmek istiyoruz. Taraftarlık deniyorsa, taraftarız. Haksızların zalimlerin karşısında; ezilen halkların, zulüm gören toplumların yanındayız ve gücümüz çerçevesinde onların mücadelelerini yazıyoruz. İşte bu bağlamda Abdullah İbn Saba, İmparatorluğa dönüşmekte olan İslam devletinin yayılmacı, talancı-sömürücü ve baskıcı oligarhlar yönetimine karşı halkı ayaklandıran ilk toplumsal alevi önderi olma onurunu taşır. Sünni ve Şii İslam tarihçi yazarları ve idealist burjuva tarihçileri, ya onun inançsızlığı-sapkınlığı ve İslama ilk bölücülüğü soktuğunu ballandırarak anlatır ya da yaşamadığını yazarlar.(*2)

Halife Osman'ı övmekle bitiremiyen ve üzerine toz kondurmayan Hintli islam tarihçisi Prof. K. Ali bile, onun politik önderliğini ve halkı Osman'a karşı onun kışkırttığını yazmak zorunluğunu duymuştur:

"Çıkarı için müslüman olmuş (Ne türden çıkar için? Herhangibir açıklama yoktur. İ.K.) Yemenli bir yahudi olan Abdullah İbn Saba, Osman'a karşı kışkırtma olaylarında önderlik rolünü üstlendi. Başarıyla eylem tohumlarını ektiği Basra, Küfe ve Suriye'den sürgün edilince, Mısır'a gitti. Orada da Osman'ın aleyhinde vaızlar vermeye başladı. Onun konuşmalarıyla çokları etkilendi ve böylece isyancıların gücü giderek arttı. Zaten birçok birçok milliyetler kılıçla boyun eğmişler ve sonuç olarak müslümanlığı zorla kabul etmişlerdi. Ve hala müslümanlara karşı kesin kin ve nefret besliyorlardı. Karışıklığı fırsat bilerek, şimdi onlar da isyancıların yanında yer almıştı."(Prof. K. Ali, M.A., agy, s.118)

İbn Saba'nın yaşamı hakkında kesin ve doyurucu bilgi yoktur. Yaşadığı çağdan beri onun eylem ve inançlarına karşı olan yazar, siyasetçi ve tarihçiler tarafından çoğu aleyhte yazılmış bilgiler günümüze gelmiştir. Herşeyden önce, Ali partisinin (Şia) kurucularından, ama asıl en büyük propagandacısı olarak tanınır. Ayrıca İbn Saba'dan başka İbn al-Sawda, İbn Wahb, İbn Harb gibi adlarla anılmasından bile, bize göre nominal evidence (isimsel kanıt) olarak, kişiliği üzerinde yorumlar yapmak olasıdır. İbn Saba, yani "Saba Oğlu" namıyla, Ethiopia'nın, tarihsel Saba Melikesi Belkıs ilişkisiyle Süleyman Peygamber'e ulaşan, çok eski yahudi (Falaşlar) yerleşmelerinden Saba kökenli (Yemenli) olduğu anlaşılıyor. İbn al-Sawda, yani "Sevda Oğlu" unvanıyla, taparcasına sevdiği, sevdalandığı Ali sevgisinin yandaşı ve yayıcısıdır. İbn Wahb, yani "veren, ihsan eden, dağıtan, bağış sunan kişi" anlamı çerçevesinde 'Vahab Oğlu" adıyla, halkın arasında herkese yardımcı, cömert ve zalimden alıp mazlumlara dağıtan sevilen bir halk önderidir. Ayrıca onun yiğitliği, korkusuzluğu, dövüşmesini iyi bildiği ve savaşçılığını vurguladığını düşündüğümüz İbn Harb, yani "Savaş Oğlu" adı da o derece dikkat çekici değil midir?

Abdullah ibn Saba'nın kışkırtıcılığı ve sapkınlığı(!) üzerine, özellikle al-Tabari'den (9.yüzyılın sonları 10.yüzyılın başları) sonra Sünni tarihçiler tarafından çok çeşitli tanımlamalar yapıldı. Bunlardan al-Makrizi'nin (Khitat II, 334) "İbn Saba olayı, Muhamme'in sahabileri arasında mükemmel uyumdaki ilk bozulmadır" demesi, onun sahabilerden, yani Peygamberin yakın arkadaşlarından olduğunu belirliyor. Bazıları kabul etmese de Peygamberin zamanında Musevilikten İslamiyete geçmiş ve onun yakınlarından olacak kadar beceri ve yeteneklidir. (İbn Saba hakkında çeşitli görüşler için bkz. M.G. S. Hodgson, The Encyclopaedia of Islam, Vol II. Leiden, E.J. DRILL, 1986, s. 51) Ayrıca Ali'yi tapacak kadar sevmesi, onun sayesinde müslüman olduğu ve onun üstün bilgi ve erdemleriyle bu dini öğrendiğinin kanıtıdır.

İbn Saba'nın kendisine verilmiş unvanlardan da ortaya çıkan karakteri, onun yeni bir öğreti ve eylemlerdeki önderliğinin temellerini fazla bilinmeyen geçmişinde aramak gerektiğine işaret edebilir. Ona, İslamda ilk ayrılık tohumlarını atan, birliği bozan fesatçı "Yahudi dönmesi" gözüyle bakarak küfretmek, inanç-düşünce ve eylemlerini aşağılamaz ve küçültemez. Bu Peygamberin amcası oğlu, damadı ve aynı zamanda varisi olarak onun soyunu sürdüren Ali'nin kendisine küfürdür. Çünkü İbn Saba tam tersine, yukarıda örneklemelerle açıklanmaya çalışılmış olan sosyo-ekonomik değişimlerle yaratılan toplumsal eşitsizliği, özel mülkiyet hırsı içindeki çıkar grupları ve geniş toprak sahiplerinin oluşturduğu sınıflarla bozulmuş toplumsal birliği, İslam'ın temellerinin sağlamlaştırılmaya çalışıldığı Muhammed'in Medine döneminde (Alevilikte Musahiplik kurumunun somut başlangıcı olan) Muhacir-Ensar (şimdi Arap-Mevali) Kardeşlik Akdi temelindeki "Ortak kazanıp ortaklaşa yeme ve herşeyin eşit üleşimi ilkesi" içinde yaşamayı yeniden sağlamak için mücadeleye atılmıştır. Öyle sanıyoruz ki, bazılarını yukarıda vermiş olduğumuz Ali Divanı'ndan şu sözler, Abdullah İbn Saba'ya ışık ve yol gösterici olmuştur. Büyük olasılıkla Ali bu sözleri, Ömer ile Osman'ın halifelik dönemlerinde (634-656) söylemiştir:

''Malı yalnızca kendin için kazanılmış olarak düşünme… Allah'tan kork ve malını paylaş. Ey çoğun çoğunu isteyen şaşkın, bunca malı toplamaktan amacın nedir? Çok malı olanın ömrü mü uzuyor? Utançtır insana, evinde serilip yatarken komşusunun üstsüz başsız, bükülerek açlıktan yatması. Utançtır yoksulu ezmek, ona zulmetmek… Nasıl bir hastalıktır, sen evinde tok yatarsın etrafında deriyi kemirmeye hasret duyan yürekler varken. Benim evim, gelen herkesin kendi ortamıdır, kilerimiz yiyecek alana açıktır. Bütün varımızı sunarız, sadece ekmek ve sirke olsa da. Çok kimse çalışıp çabaladığı halde zenginliğe ulaşamazken, bir diğeri hiç emek harcamadan zengin oldu. Ve mal üstüne mal topladılar. (Oysa) kişiyi ev barındırır, hırkası üstünü, ayıbını örter; ölmeyecek, yani ihtiyacı kadar yemek yetmez mi insana?"

Görülüyor ki, Abdullah İbn Saba'nın, Arap ve zorla müslüman olmuş halkları (mevali) ardına alıp Mısır'dan Medine'ye uzun yürüyüşünün teorik temeli Ali'nin bu görüşlerinde yatmaktadır. Yukarıda örneklediğimiz Abu Zar Gaffari'nin görüş ve eylemlerinin temelinde de kuşkusuz bunlar yatıyordu. Osman'ının halifeliğinin başından itibaren, Ali'nin Şiası (Partisi), ondan pasifist siyaseti bırakmasını istemişlerdir. Çünkü Ömer'in izlediği yayılmacı fetihçi siyaset nedeniyle, çevrelerindeki "üstsüz başsız, açlıktan bükülüp yatan yoksula zulmederek, mal üstüne mal yığmış olan" (burjuva tarihçilerinin hangi nedenlerle ve nasıl demokratik seçim yapan bir meclis gibi gösterdiklerini bir türlü anlayamadığımız) kabile şefleri ve olygarkhoslardan oluşan Hakemler Kurulu doğal olarak Osman'ı seçmişti. Muhammed zamanında uygulanan ve Kur'anın birçok ayetlerinde vurgulanan eşitlik ve paylaşım ilkeleri çoktan unutulmuş, "Cihad, talan, Ganimet" gibi çıkarlarına uygun gelenler ise harfiyen uygulanıyordu. Ali'nin Osman'ın halife seçilmesi üzerine ona söylediği şu sözler, aktif siyasete başlamayı karar verdiğini gösteriyor:

"353. Eğer hakemlerin atamasıyla bu (halifelik) görevi devraldım diyorsan, senin hakemlerini atayan (Ömer) nerede?
"354. Peygambere yakınlığını öne sürüp, bunu hakettiğini söylüyorsan hasımlarına karşı, ona senden daha yakın ve evla (öncelikli) olan da var." (agy) Burada Ali'nin "öncelikli" diye sözettiği, elbette ki kendisidir. Bunlara daha ağır sözler ekleyerek açık açık ısrarını sürdürüyor:

"1756. Görevi devralacak bir şeref sahibi olacaksa, onun en yakını benim. O (Muhammed), ilmiyle büyüttü beni ve onun ilminin bilgini oldum.

"1765. Ey bu hakka sahiplerin hakkına tecavüz etmek isteyen, sen ne kadar da cahil ve aptalsın!" (agy)

Elbette ki, ne aptal ne de cahildi Osman. Özçıkarcı bezirganlığını, kabilesi ve yakınlarına çıkar alanlarını peşkeş çekerek, Muhammed'in "Medine İslamı" diye birşey bırakmadı; İslami toplumsal eşitliği ve birliğini parçalayarak; Kuran'da yaptığı ekleme-çıkarma değişiklikleriyle kutsal kitabı iktidar ve kendi soyçıkarları için araç gibi kullanarak; dinin kurucusuna da dine de en büyük kötülüğü yaptı.3 Ali bu kötülüklerin geç farkına vardı. Gecikmeyle birlikte, kişisel ahlak ve erdemin herşey olduğu yanılgısına da düştü. İşte Abdullah İbn Saba bu gecikmeyi kendi öz yöntemleriyle, Sabaili'lik öğretisiyle unutturdu ve son hızla öncelleştirdi.

Abdullah İbn Saba ile Abu Zar Gaffari aynı siyasi amacın militanlarıydı. Amaçları Ali Şiasını (partisini) iktidara getirme ve ilk dönem Medine İslamlığı'nın 'eşitlikçi, üleşimci' sınıfsız toplumuna geri dönmekti. Ancak her ikisinin de hitap ettikleri toplumsal kesimler farklı olduğu gibi yöntemleri de farklıydı. İslam Peygamberinin "ben bilimin şehriyim, Ali kapısıdır: Ena Medinet-ül İlmi Aliy-ün babuha" diye nitelendirdiği Ali İbn Abu Talib, "ben zamanın bilginiyim"derken kendini övmüş olmuyor, gerçeği söylüyordu 4

Ali Divanı'ndan kullandığımız alıntıların nasıl diyalektik materyalist yorumlara açık olduğu ortadadır. Ali'nin bu şiirsel siyasi ve felsefi söylemlerine yansıyan görüşlerini temel alan Abu Zer Gaffari, kısacası başta halife Osman olmak üzere tüm yöneticilere; kabile başkanları, yeni oluşmuş büyük toprak sahipleri ve askeri oligarşiye sesleniyordu. O, "herkes zorunlu ihtiyaçları (için en azını ayırdıktan sonra) ötesindeki varlığı ve gelirlerinin tümünü, sadaka olarak Tanrının hizmetinde harcamalıdır" derken, ayetlerden örnekler okuyarak, onları Kuran'a uymaya; Allah'la ve cehennem ateşiyle korkutmaya çalışarak ilk Medine İslamlığına geri çağırıyordu. Diğer yandan Malik el Eşter, Saad İbn Vakkas, Ebu Mus'el Eşar gibi Kurra ehli (Kuranı ilk okuyanlar) Ali partisinin militanlarındandı. Halife Osman Abu Zer Gaffari'yi, şehirden şehire sürgün ederek öldürttü.

Buna karşılık Abdullah İbn Saba farklı bir toplumsal düzlemde hareket ediyor ve halkı ayaklandırıyor, sık sık olaylar çıkartıyor, ama, yönetim tarafından cezalandırılmak şöyle dursun yakalanamıyordu bile. Basra'da görülüyor, Küfe'de çıkardığı olayların arkasından, Suriye'den sesi geliyordu. İmparatorluğun çeşitli bölümlerinde Osman'a karşı her kışkırtma ve başkaldırı hareketinde onun parmağı vardı.

Bu sırada Mısır valisi, Osman'ın mali ve yayılmacı siyasetinin baş şampiyonu ve has komutanlarından Abdullah b. Sa'd'ın kışkırtmalarını bastırmak ve Halifeyi desteklemek için, yerine bir adamını koyarak Mısır'dan ayrılmıştı. 645-646 yılından beri Mısır ve Kuzey Afrika halkları üzerinde Amr İbn-ül As'la birlikte zulüm ve baskı uygulayan bu vali ayrılır ayrılmaz, Mısır'daki muhalif isyancı grupların başında bulunan Muhammed b. Hudhayfa, İbn Saba'nın etkili propagandasıyla eyalet yönetimini ele geçirdi. Sa'd'ın vekili Al-Sahib b.Hişam Mısır'dan kovdu. (EI, Vol.II, Leiden-E.J.Brill,1986, s.51)

Abdullah İbn Saba, böylece Mısır'da tam başarıya ulaşıyor ve isyancıların başında uzun bir yürüyüşten sonra, Medine'ye giriyor ve Halife'nin evi kuşatma altına alınıyor. Önce, hakkını gasbetmiş rakibini korumak için oğullarını gönderecek kadar erdemlilik gösteren Ali'nin önerisiyle valilerin değiştirilmesi isteniyor. Tarihçiler burada ağızbirliği etmişlercesine; "dindar, yumuşak huylu ve biraz zayıf karakterli" olarak nitelendirdikleri Halife Osman'ı temize çıkarmak için, akrabası ve baş danışmanı Mervan'ın vali atama yazılı buyruğunu değiştirerek gönderdiğini yazmaktadırlar. Zaten diğer eyaletlerden gelen isyancılar da Medine sokaklarını doldurmuş ufak bir kıvılcım bekliyordu. Onların dertleri, valilerin değişimi gibi geçici bir çözüm değildi; halkın çoğunluğunun yararına bir yönetim ve birkaç büyük toprak sahibi ve askeri oligarhların ellerindeki büyük varlık birikiminin eşit paylaşımını istiyorlardı. Böyle olunca, başa geçirmek istedikleri pasifist (barışcıl) Ali'nin de aracılığıyla isyancıları ikna ederek zaman kazanmak varken, Mervan'ın Halife'nin vali atama yazısını "bu mektubu getiren kişiyi öldürün" biçiminde değiştirmesi akla uygun bir siyaset değil. Muaviye'nin Medine'deki ayağı, onun kadar muhteris ve kurnaz olan Mervan'ın bunu yapacağını biz sanmıyoruz.5

Ali'nin aracılığıyla isyancılarla yönetim arasında valileri değiştirme yönündeki uzlaşma gereğince, yeni atanan valilerin birer heyetle yola çıktıklarını görüyoruz.

"Basra, Küfe ve Mısır gibi farklı yönlerde giden ve Halife'nin mektubunu götüren bu heyetlerin aynı gün aynı saatte başkent Medine'ye dönmeleri fiziksel olarak olanaksızdır. Olasılıkla bu sahte mektubu onlar uydurmuş ve ve Medine halkını gafil avlamayı planlamışlardı. Halife böyle bir mektuptan tamamıyla habersizdi. Bunu çok ciddi bir yeminle bildirdi fakat ona inanmadılar."

A Study of Islamic History (İslam Tarihi Araştırması) isimli kitabında Prof. K. Ali'nin bu açıklamalarına (s.120) farklı nedenlerden katılıyoruz.

Hintli Prof. H. Ali, Halife Osman'ı masum, yönetimini adil kabul ettiği için, başkaldıran halka düşman gözüyle bakmakta ve olayı bu gözle yorumlamaktadır. Yukarıda ve dipnotta açıkladığımız nedenlerden ötürü Osman'ın vali atama buyruğunu değiştiren Mervan değil, Prof. H. Ali'nin de işaret ettiği gibi ayaklanmayı yönetenlerdi. Bu değişikliğin, yani "oraya varır varmaz buyruğu getiren kişiyi öldürün" emrinin, Mısır'a atanan yeni vali Muhammed bin Ebubekir için verilmiş olması doğrudan İbn-i Saba çevresine bağlanabilir. Medine sokaklarını doldurmuş olan isyancılar gergin beklemektedirler. Baskı, yoksulluk ve sıkıntıların valilerin değişmesiyle giderileceğine inandırılmaya çalışılmaktadır. Başta Ali olmak üzere aracılar, halifelik makamının zarar görmemesini, dokunulmaz olmasını istemiş olmalılar. Doğrusu belki de halife seçileceğinden emin olan Ali, Osman'ın öldürülmesinin aleyhinde kullanılabileceğini kuvvetle tahmin ettiği için böyle davranmak zorunluluğunu hissetti.

Ayaklananların uzak eyaletlerden Medine'ye kadar gelmiş olmalarının asıl nedeni Ali değil miydi? İbni Saba halkın arasında asıl onun tanrısal gücünün ve İslam toplumu için tek kurtarıcı olduğunun propagandasını yapmamış mıydı? Bundan dolayıdır ki, isyancıların öfkesini Ali'nin barışçıl tavrı dindirmiş, uzlaşmaya razı etmişti. Ama iyi bir siyasi önder olduğu anlaşılan Abdullah İbn Saba, bundan hiç memnun olmamıştı. Ne valilerin değişimi, hatta Osman'ın makamından indirilip sağ bırakılması bile çözüm olamazdı düzenin yıkılması için. Birkaç yıldır Basra'dan Suriye'den Mısır'a kadar halkın arasında durup dinlenmeden Ali'nin adına yaptığı propaganda ve verdiği vaizler sonunda binlerce insanı peşine takip uzun bir yürüyüşle Medine'ye ulaşmış, tam Halife'yi alaşağı edecekken Ali'nin barışçıl siyasetine takılmıştı. İçte bu gergin bekleyiş içinde, yaratılan bu mektup olayıyla birlikte, eyaletlerden aynı anda gelen yeni birliklerle halk galeyana getirildi. "İntikam intikam!" sesleri arasında doğrudan Halife'nin konağına saldırdılar. Ali'nin oğullarının kapıda beklemesi de işe yaramamış, saldirganlar pencerelerden girerek Osman'ı odasında öldürmüşlerdi. Yine Hintli Prof. H. Ali'nin satırlarından Abdullah İbn Saba'nın bundan sonraki rolünü okuyalım:

"Osman'ın ölümüyle herşey çığrından çıktı. Medine kentinde anarşi ve kargaşalık egemen oldu. Üç isyancı takımdan en güçlüsü Mısır birliğiydi. Mısırlı isyancıların önderi Abdullah İbn Saba, beş gün süren anarşinin ardından, Peygamberin onun adına vasiyet ettiği Halifeliğin Ali'nin hakkı olduğu temeli üzerinde Ali davasını destekledi. 23 Haziran 656'da Ali, isyancılar tarafından Halife olarak selamlandı ve halk tek tek ona biat yemini etti. Ali'nin Halife seçilmesiyle İslam tarihinde yeni bir dönem açılıyordu." (agy, s.125)

Görüldüğü gibi Ali'nin halife seçilişi kendisinden önceki halifeler gibi olmamıştır. Onu diğer üç halifeden ayrı tutmak tarihsel zorunluktur. Onları yönetime getiren kabile şefleri ve son çeyrek yüzyıl içerisinde ortaya çıkmış geniş toprakları ve varlık birikimini ellerinde tutan küçük bir azınlığın temsicileriydi. Oysa Ali, ezilen baskı gören Arap ve Arap olmayan halklar tarafından bir ihtilal sonucu seçilmişti. Kimdi bunlar? Küfe ve Basra'dakiler gettolara yığılmış büyük çoğunluğu topraklarından koparıp, zorla müslüman edilerek köleleştirilmiş İranlı olan yabancılar ve fetih ganimetlerinden pay alamıyan, giderek yoksullaşmış yerli küçük ticaret sahibi esnaflar, yabancı lüks mallarla rekabet edemiyen artizanlar , yani şehirli Araplardı. Yine Basra tuzlalarında ve Mısır'da, Medine'deki su kanallarında çalıştırılan ve sayıları yüzbinleri bulan emekçi Nubialı zenci köleler… İşte yıllardır Abdullah İbn Saba bu insanların arasında Ali'nin propagandasını yapıyor; onun Muhammed'in Medine İslamlığındaki eşitliği, adaleti getireceğini ve ancak Peygamberin halefi olarak Ali'nin kendilerini kurtaracağını yayıyordu.

II.I.2. a İbn Saba'nın inanç ve görüşleri

Abdullah İbn Saba'nın Ali'de somutlaşan tanrısal öz inancı, nereden kaynaklanmaktadır? Hangi siyasi amaç için kullandığını ve sonucunu kısaca açıklamayı denedik. Yukarıda İbn Saba'nın, Kur'an ayetleriyle propagandasını yapan Abuzer Gaffari'den farklı yöntem uyguladığını ve hitap ettikleri sınıfların farklı olduğunu söylemiştik. Gaffari yöneticilere ve varlıklılara sesleniyor; onlara Kuran'daki eşitlik ve kardeşlik ilkelerini anımsatıyor ve varlıklarını Allah yolunda yoksullara dağıtmalarını söylüyordu. İbn Saba ise seslendiği yoksul ve ezilen sınıfların, onlardan merhamet dileyerek yardım almalarını değil, başkaldırıp sahipolduklarını zorla elegeçirerek aralarında paylaşmalarını istiyordu. Bunu da kafaları almayacak kadar soyut, görünmez tanrının sözleri olarak sunulan Kur'an ayetleriyle yapmadı. Zorla ya da cizyeden (kelle vergisi) kurtulmak için kabul ettikleri İslamlığı tam benimsememiş İranlı, Mısırlı yabancı halklar, zenci ve beyaz köleler, ilkel bedeviler arasında Ali'nin bazı örneklerini verdiğimiz toplumsal düşünce ve görüşlerini yansıtan sözlerini temel alarak vaızlarıyla kışkırtıp isyan ettirdi.

Kuşkusuz Ali'nin, "ben görmediğim tanrıya tapmam" dediğini biliyor ve içinde sır olarak saklıyordu. Onun sözleri, öğütleri şiirleri maddi dünyaya dönüktü; Arap ve Arap olmayan halklar, köleler ve azatlılar herkes için eşitlik, paylaşım, sevgi ve mutluluk istiyordu. İbn Saba Ali'nin çok yakınında bulunmuş, gerek savaşlarda (özellikle Hayber kalesini alışında) ve gerekse elini zülfikara sürmediği 24 yıllık savaşsız dönemde onun olağanüstü güç, yeti, bilgi ve yaratıcılığına tanık olmuştu. Yaşamını İslam öncesi döneminde, Musa'nın mirasınını kendisine geçtiğini söyleyecek kadar dindar bir yahudiydi. Belli ki dinlerin hepsini iyi incelemişti. İbn Saba propagandasını yaparken, Sabailiğin devamı olan sonraki Kaysanilik, Albailik, Bayanilik Mansurilik vb. bazı akımlarda da açıkça belli olduğu gibi, ayaklandırdığı aşağı tabakadan sınıfların ve halkların eski dinleri Zerdüşt-Mazdeklik, Manilik, Sabinlik-Hermetizm, eski Mısır ve Grek inançlarından kalıntılardan ve eski dini Musevilikten aldığı ögeleri Kur'an ve Hadis yorumlarıyla İslama karıştırıp, onlara antropomorfizm (sıfatiyye, insan biçimli tanrı inancı) olarak Ali tanrısallığını sunmuştu. Ali öldükten sonra da, onun ölmediğini, göğe çekildiğini ve bir gün geri dönüp dünyayı adaletiyle dolduracağını söylüyordu.

Şehristani, Kitab al-Milal'da (Fransızca çev. s.292), Abdullah İbn Saba ve Sabailer hakkında şunları yazmaktadır:

"Sabailer İbn Saba'nın yandaşlarıdır. Bu kişi Ali'ye bir gün, 'Tanrı sensin' dedi. Bu nedenle hemen Medain (Eski Partlara ve 3.yüzyılda Sasanilere başkentlik yapmış Suriye İran sınırında Ktesiphon - İ.K.) kentine sürgüne gönderildi. Kendisinin Judaizmden İslama geçtiği söylenir. Yahudi olduğu dönemde, Nun oğlu Josue olduğu ve Musa'nın mirasının kendisine geçtiğini iddia etmişti. Aynı şekilde Muhammed Peygamberin onu mirasçı atamasıyla imamlığı Ali'nin aldığını ilk söyleyen de o idi. (Gulat ya da Mufritun diye adlandırılan - İ.K.) Aşırı Şii mezhepleri ondan, onun düşüncelerinden doğmuştur."

"O Ali'nin gerçekte ölmediğini ileri sürmekteydi. Çünkü Ali'nin kendisinde, ölümün ona karşı hiçbirşey yapamayacağı tanrısal parça taşıdığına inanıyordu. Bulut biçiminde gelen, yıldırım görüntüsünde seslenen (Alevi köylerinde 30-40 yıl öncesine kadar gök gürlediğinde 'Ali nağra atıyor!' deniliyordu. Demek ki aynı inancın kalıntıları hala yaşamaktadır. - İ.K.), şimşek ışığında gülen Ali'dir. Bir gün gökyüzünden inecek ve adaletiyle yeryüzünü dolduracak ve haksızlıkları yokedecektir." 6

Julius Wellhausen, İbn Saba'nın Ali hakkındaki inanç, düşünce ve iddialarını onun yahudi kökenli oluşuna bağlamaktadır. Yani erken Aleviliğin ( ilk Ali yandaşlığı, Proto Alevilik), heterodoks İslam olarak, erken Şiilik olarak "yahudi kökenli izlenimi uyandırdığını"söylüyor. Bernard Lewis'in de (The Jews of Islam, Princeton University Press, New Jersey-1987, s.103) aynı görüşte olduğunu görmekteyiz. Yeterli olmasa da bunda yüksünecek hiçbirşey yok. Kuran'ın içeriği Tevrat'tan geçme İsrail Oğullarının öyküleriyle dolu değil mi? Hristiyanlık da, Müslümanlık da kaynağını yahudilikten almıyor mu? Ancak Şünni ve Şii tarihçiler, yazarlar hala Abdullah İbn Saba'yı, İslamda ilk bölünmeye sebep olan kişi olarak suçlarken, aşağılayıcı bir biçimde 'yahudi dönmesi' oluşuna bağlamalarına, ya ne demeli?

"Tanrı'nın dünya üzerinde meşru vekili olarak monarşik bir peygamber düşüncesi Yahudilerden İslama geçmiştir" cümlesiyle başlayan uzun paragrafta J.Wellhausen konu üzerine kısaca şunları söylemektedir:

"Muhammed'den önce bir sıra birbirine haleflik eden peygamberler mevcut olmuştur. Musa'nın da aynı türden bir halefi hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bu sıra Muhammed'den sonra da son bulmamış. Her peygamberin, daha yaşadığı zamanlarda yanında bir halefi mevcut olmuştur. Musa'nın Josua'sı (kardeşi Harun - - İ.K.) gibi, Muhammed'in de Ali'si vardır ve peygamberlik görevi bunun yoluyla devam eder. Gerçi Peygamber benzetmesi Ali ve oğulları için kullanılmamıştır; kendilerine vasi veya mehdi ve genellikle imam deniyordu. Ama bunlar tanrısal hükümdarlık yetkisinin cisimleşmiş (tecessüdü, maddeleşmesi) olması nedeniyle, aslında peygamberdirler…" (J.Wellhausen, çev. Prof.Dr.Fikret Işıltan, İslamiyet'in İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Ankara,1989. s.150-151)

Bunları Muhammed aynısıyla uygulamış ve 632'de Veda Haccı dönüşünde Gadirhum'da kendisinden sonraki vasisini de atadığı bilinmektedir. Ama Sünni İslam, akrabası Ali'yi Muhammed'in halefi kabul etmemekte, buna karşılık Osman'la başlayan kabile sultası, Muaviye ile oğluna geçip Emevi soylu hanedanlığa dönüşerek, Peygambere vekillik (Hilafet) oluşturmasını hoş karşılamakta ve haklı görmektedir. Oysa Muhammed Ali'ye tıpkı Musa'nın Harun'a baktığı gibi bakmıştır. Onun bunu belirleyen birkaç hadisi olduğu gibi Ali'nin Divan'ından şu sözlerini saptayabiliyoruz:

"1318- Amcamın oğlu sorunca, ara bozucuların ileri sürdükleri savları söyledim.

"1319- Dedi ki sen kardeşimsin. onlarsa değiller. Biz seninle Harun'la Musa gibiyiz…

"1442-Nasıl ki Musa ile Harun kardeşlerse, ben de öylesine kardeşim Peygambere. Adım ona kardeştir.

"1443-Kur'an da (müslümanların) benim vilayetime bağlılıklarını ve itaatlarını gerekli kıldı.

"1444- Ve beni onlara imam kıldı, ve bunu Gadirhum'da bildirdi." (agy, s. 156,172)

M.G.S. Hodgson'a göre: "İbn Saba Şia için, bazan Cafer tarafından reddedilmiş olan gali (gulatlar, yani coşkunlar, aşırılar - İ.K.) tip olarak gösterilir". (Kashshi, Marifat Akhbar al Ridial, 70) İbni Saba hem kendisi aşırı Şia'yı savunurken, hem de ona saldırılırken kullanılan Peygamber hadislerine konu olmuştur. Ali'nin, onu ve yandaşlarını, kendisini Tanrı ilan ettikleri için ateşe attırdığı söylenmektedir. Bir İsmaili kaynağı ise, onun görünüşte acı çektiğini iddia eden İbn Saba'nın lehinde rastgele bir olaydan sözeder. (Haft Bab-ı Baba Sayyid-na, ed. Ivanow, in Two Early Ismaili Treatises, Bombay,1933, s.15)"7 Ayrıca Hodgson, önceki paragrafta Tabari ve al-Makrızi'nin söylemlerine yer vererek; İbn Saba'nın Ali'nin özel hakları temelinde Mısırlıları Osman'a karşı ayaklandırdığını zikretmekte ve daha sonra Ali ile Talha ve Zübeyr arasındaki kanlı savaşın, Osman'ı öldüren aynı Sabaiyya (Sabailer) tarafından yapıldığını kabul etmektedir.

Buna rağmen bir sonraki paragrafta, "bu kişinin arkasında hangi tarihsel şahıs ve şahısların yattığı açık değildir" diyerek, tarihe bakış açmazını ortaya koymaktadır. (EI Vol.II, ibidem) Çünkü idealist tarihçiler için bu dönemin tarihsel kişileri Osman'dır, Talha ve Zübeyr'dir, Ali'dir, Muaviye vb.dir. İbn Saba'yı hiç yaşamamış olarak kavramak, hatta bunu ıspat etmek için seferber olmak, başarılarını tamamlamasına nesnel koşullar engel olmuş halk önderlerinin tarihsel rollerini görmezlikten gelmek ve hiçe saymaktır.

Öbür yandan Ali'nin, İbn Saba ve yandaşlarını ateşe attırdığını ciddi ciddi yazmak kadar ciddiyetsizlik olamaz. Kendi özhakları için canlarını ortaya koyup mücadele etmiş, iktidara taşımış, düşmanlarıyla kanlı çarpışmalara girişmiş ve kendisini tapacak kadar seven bu insanları ateşe attırması için Ali'nin aklı-mantığı bulunmayan bir canavar olması gerekirdi. Bunlar Ali düşmanları tarafından çıkarılan iftiraların ötesinde bir anlam ifade etmez. Ali Divanı'nda karşılaştığımız şu sözler, anlamlı olduğu kadar, bu iftiralara karşı savunma niteliği taşımaktadır:

"762-Beni destekleyenleri öldürtmüşüm, güya kavmimi kırdırmışım; başımdan burnumu kestirir miyim hiç?

"763-Acı birçok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır gösterdim.1325-İnsanlara zulüm etmenin bana ait bir davranış olmadığı bilinir iken, böyle bir söylentiyle bana haksızlık ettiler.

"764-Hayret! Allahın dinini inkar etmek için öylesine yalan söyleniyor ki, insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağarır.

"765-İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı, asla rıza göstermezdi." (Ali Divanı, s.97, 156)

Yine Şehhristani'ye göre; İbn Saba'nın çevresinde kümelenen yandaşları, düşüncelerini (inancını) gerçek imam üzerinde toplama gerekliliğine, aynı imamın gizliliğine ve Ali'de yaşayan tanrısal parçanın bedenden bedene geçişi (réincarnation) biçiminde gelecek yüzyıllar içindeki varlığına inanan ilk mezhebi oluşturdular. O, Peygamberin sahabilerinin, Ali hakkındaki bu gerçeği, sonuçta etkilendikleri halde anlamazlıktan gelmiş olduklarını ileri sürüyordu. Burada bir olay tanık gösterilmektedir: Ali, Mekke'nin yasaklı kutsal alanında girmiş olan birinin bir gözünü çıkarmış. Orada (kısasa) kısas davası görülürken, Hattab oğlu Ömer: "Tanrı'ya adanmış kutsal toprak üzerinde bulunan bir kimsenin tek gözünü Tanrının eli oymuşsa, ona kim karşı gelebilir?"diye bağırmış. "Bu olay çok iyi tanındığı için," diyor Şehristani, "İbn Saba Ali'ye bu şekilde tanrısal nitelik yakıştırıyordu." (Shahristani, agy, s.292)

Abdullah İbn Saba hakkında konuşan, Emevi ve Abbasi dönemlerinin halife veya vezir beslemesi tarihçi, fıkıhçı ve hadis toplayıcı yazarları, onu aşağılamak, yermek ve Ali'den uzak tutmak uğruna verdikleri bilgiler alabildiğine çelişkilidir. Kimisi Ali'nin onu daha ilk dönemlerde Medain'e sürgün ettiğini söylüyor. Oysa bu sürgün değil; sonuçların gösterdiği gibi, Ali'nin açıkça oraya, propagandaya Suriye'den başlaması için gönderdiği anlaşılıyor. Bazıları da onun, şeriat hükümleri gereğince, İbn Saba ve Sabaileri, Allaha şirk getirdikleri için ateşe attığını anlatıyor. Bugün bile F. Bulut gibi kendisini "akademik düzeyde araştımacı" gören biri de Ali'nin zalimliğini ve bağnaz bir şeriatçı olduğunu - neye ve kime hizmetse bu? - ıspatlamak için bu tür yanlış bilgileri kullanmaktan ar etmiyor.

Öbür yandan Ali'nin, İbn Saba ve yandaşlarını ateşe attırdığını ciddi ciddi yazmak kadar ciddiyetsizlik olamaz. Kendi özhakları için canlarını ortaya koyup mücadele etmiş, iktidara taşımış, düşmanlarıyla kanlı çarpışmalara girişmiş ve kendisini tapacak kadar seven bu insanları ateşe attırması için Ali'nin aklı-mantığı bulunmayan bir canavar olması gerekirdi. Bunlar Ali düşmanları tarafından çıkarılan iftiraların ötesinde bir anlam ifade etmez. Ali Divanı'nda karşılaştığımız şu sözler, anlamlı olduğu kadar, bu iftiralara karşı savunma niteliği taşımaktadır:

"762-Beni destekleyenleri öldürtmüşüm, güya kavmimi kırdırmışım; başımdan burnumu kestirir miyim hiç?

"763-Acı birçok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır gösterdim.1325-İnsanlara zulüm etmenin bana ait bir davranış olmadığı bilinir iken, böyle bir söylentiyle bana haksızlık ettiler.

"764-Hayret! Allahın dinini inkar etmek için öylesine yalan söyleniyor ki, insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağarır.

"765-İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı, asla rıza göstermezdi." (Ali Divanı, s.97, 156)

Yine Şehhristani'ye göre; İbn Saba'nın çevresinde kümelenen yandaşları, düşüncelerini (inancını) gerçek imam üzerinde toplama gerekliliğine, aynı imamın gizliliğine ve Ali'de yaşayan tanrısal parçanın bedenden bedene geçişi (réincarnation) biçiminde gelecek yüzyıllar içindeki varlığına inanan ilk mezhebi oluşturdular. O, Peygamberin sahabilerinin, Ali hakkındaki bu gerçeği, sonuçta etkilendikleri halde anlamazlıktan gelmiş olduklarını ileri sürüyordu. Burada bir olay tanık gösterilmektedir: Ali, Mekke'nin yasaklı kutsal alanında girmiş olan birinin bir gözünü çıkarmış. Orada (kısasa) kısas davası görülürken, Hattab oğlu Ömer: "Tanrı'ya adanmış kutsal toprak üzerinde bulunan bir kimsenin tek gözünü Tanrının eli oymuşsa, ona kim karşı gelebilir?"diye bağırmış. "Bu olay çok iyi tanındığı için," diyor Şehristani, "İbn Saba Ali'ye bu şekilde tanrısal nitelik yakıştırıyordu." (Shahristani, agy, s.292)

Abdullah İbn Saba hakkında konuşan, Emevi ve Abbasi dönemlerinin halife veya vezir beslemesi tarihçi, fıkıhçı ve hadis toplayıcı yazarları, onu aşağılamak, yermek ve Ali'den uzak tutmak uğruna verdikleri bilgiler alabildiğine çelişkilidir. Kimisi Ali'nin onu daha ilk dönemlerde Medain'e sürgün ettiğini söylüyor. Oysa bu sürgün değil; sonuçların gösterdiği gibi, Ali'nin açıkça oraya, propagandaya Suriye'den başlaması için gönderdiği anlaşılıyor. Bazıları da onun, şeriat hükümleri gereğince, İbn Saba ve Sabaileri, Allaha şirk getirdikleri için ateşe attığını anlatıyor. Bugün bile F. Bulut gibi kendisini "akademik düzeyde araştımacı" gören biri de Ali'nin zalimliğini ve bağnaz bir şeriatçı olduğunu - neye ve kime hizmetse bu? - ıspatlamak için bu tür yanlış bilgileri kullanmaktan ar etmiyor.

Öbür yandan Abdullah İbn Saba hakkında ortak kesin kanı şudur: O tanrısal özün Ali'de saklı olduğuna, Ali'de cisimlendiğine inanan ilk İslam antropomorfistidir (sıfatiyyeci, insan biçimli tanrıya inanan). Ona göre Ali ölmemiştir, çünkü sahip olduğu tanrısal özü ölüm etkileyemez. Bu öz Ali soyundan gelenlere geçmektedir (réincarnation, hulul); her birinde Ali, dolayısıyla Tanrı tecelli etmekte, kendini görünüm alanına, nesnel varlık alanına çıkarmaktadır (Epiphaneion). Özellikle onun ileri sürdüğünden kimsenin kuşku duymadığı Ali'nin ölmediği; gökte bulutlarla örtülendiği, gökgürlemesiyle seslendiği ve şimşek çakmasıyla gülümsediği dilemması, Abdullah İbn Saba'nın Ali'nin 661'de İbn Mulcem tarafından katledilmesinden sonra göründüğü ve bu dilemmayı propaganda aracı olarak kullandığı da anlaşılmaktadır. Bu açıkça gösteriyor ki, İbn Saba ve arkadaşlarının Ali tarafından ateşe atıldığı tamamıyla yalan ve iftiradır.

................

(*2)Mısırlı bir şeriatçının (Murtaza el-Askeri) yazdıklarına dayanarak, onun yaşamadığını, efsanevi bir kişi olduğunu ispatlamak gayretkeşliğiyle A. Gölpınarlı'nın kaleme aldığı Bir Yalancının Düzmeleri, Abdullah İbn Saba, (İstanbul, 1974) kitabının bilimsel ve tarihsel hiçbir değeri yoktur. Mevlevilikten Şiiliğe geçtikten sonra, böyle bir misyon yüklenerek bu kitabı çevirip yorumladığı anlaşılıyor. Gerek kitabın önsözünde ve gerekse kitabı tanıtan yazılardaki "Yüzyıllar boyunca Şiiliği Abdullah İbn Saba diye bir yahudi dönmesinin kurduğuna inanılmıştı. Eser böyle bir adamın olmadığını ortaya koyması bakımından pek önemlidir" ifadeleri tek yanlı, subjektif yaklaşımla tarihsel gerçeği ortadan kaldırma çabasından başka birşey değildir.

(*3)Halife Osman döneminde Kuran üzerindeki uzun süreli - özel kişiler elinde bulunan sureleri ve ayetleri derleyip toplayarak - kitaplaştırma çalışmalarının ve yapılan değişikliklerin geniş özeti için Benjamin Walker'ın Foundations of Islam, Great Britain 1998, s.146-171) kitabına bakılabilir.
(*4)Kuran'ın ilk büyük ve önemli yorumcusu olan Ali, "1451.Cebrail evlerimizde bizi ziyaret ederek, İslamın farzları ve hükümlerini getirmektedir" diyecek kadar kutsal kitaba aşinadır. Ama, bugün Ali Kuran'ı mevcut değildir, yokedilmiştir. Arap dili grameri üzerinde çalışmaları bulunan Ali'nin 'Güzel söz söyleme yöntemi' anlamına gelen Nehcet-ül Belaga ve 1044'de Ebu'l Kasım Ali bin Tahir tarafından tarafından derlenmiş şiirlerinin toplandığı Ali Divanı günümüze ulaşmıştır. Çelişkili söylemlerden dolayı bazılarına kuşkuyla yaklaşılabilir. Bizce içindeki bazı şeriatçı söylemler, dönemin Nakip'lerinden olan yazarın kendisi tarafından takıyye olarak sokulmuştur.

(*5)Eğer kesin belgelendirilemiyorsa, biz tersini yapardı diye düşünüyoruz. Çünkü İslam devleti yönetiminde Osman'la birlikte Umeyye oğulları (Emevi) hegemonyasının temelleri atılmış tam güç kazanma aşamasındaydılar. Valilerin usülen değiştirilmesiyle birkaç yıl kazanarak daha da güçleneceklerdi. Zaten Ömer döneminde Suriye valiliğini ele geçirip, evlilik yoluyla Şam'da Gassani krallığının mirasına konmuş ve güçlenmiş olan Muaviye bölgede neredeyse bir vassal krallık yapıyor. Merkezden alabildiğine bağımsız davranıyor, fetihlere girişiyor ve Bizans'la ticari ve kültürel ilişkiler içinde hanedanlığının temelini hazırlıyordu. Vali değiştirme olayını da rahatlıkla kendi lehine çevirmenin kolayını bulurdu Muaviye. Nitekim Osman'ın öldürülmesinin sorumluluğunu da Ali'ye yükleyerek, yeni sınıfları ve çıkarlarını ardına alıp tarihin seyrini kendi lehine çevirmişti. Oysa olaylar yatıştırılmış olsaydı, Medine'de halifeliği ele geçirmek daha kolay olacaktı Muaviye için. Bu nedenlerden ötürü diyoruz ki, Mervan'ın bu mektup değiştirme olayı doğru değildir.

(*6)Birinci bölümün konuya ilişkin kısımlarında genişçe anlatıldığı gibi, 940'larda Bagraç Türkleri arasında dolaşan Abu Dulaf, onların 'tanrısallığın Ali'de cisimlendiğine inandıklarını yazmaktadır. "Alevi Türklerin, Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğünü düşündükleri gökyüzüne doğru avuçlarını açıp dua ettiklerini" söylemektedir.

(*7)W İvanow, Aleviliğin ilk yazılı kaynağı, 760'lı yıllarda Abu'l Khattab tarafından yazıldığı anlaşılan ve Khattabileri işlerken genişçe yer vereceğimiz Ummu'l-Kitab'ın başında anlatılan bir olayın Abdullah İbn Saba'nın adına bağlı olduğunu ıspatlamıştır; Ummu'l-Kitab, ed. W.Ivanow, Der Islam, Berlin, 1933
--------------------
Kaynak: t-k-p.org/alevilik


yanan_odun
Valid XHTML 1.0 Transitional  Valid CSS!
Bu site bir uzumbaba.com yapımıdır Başlangıç
tarihi 2004.
Uzumbaba Anasayfa